Her an durmamak,
Donmuş an, fotoğraf, resim, hatıra veya hayal. Bunların hepisi zaman kavramıyla simgelediğimiz şeyler.
Simgelerle eskiyen şeyler birki. Az önce bulguladığımız kavram dahi eskir. Donmuştur. Zaman ibaresiyle nitelediğimiz semboldür.
Sezginin süre kavramı öylemi ki?
Akar çay gibi durduraksızlayın çağlar.
İleri gitmesi engelsizlikle ve canlılığıyla kaim.
Şey gibi:
- Adam sütün sıcağını ölçerken termometrenin sıcağını, sütün sıcağından ayıramıyınca termometreye başka termometre takmış. Her termometre için bir ısı ölçen takmak lazım. Altından kalkamamış, derken kuyruğunun kuyruğu başedememiş.
Tam ısıyı belirleyememiş.
Zaman, termometre kaçı gösteriyorsa kabullenmektir. Karahesap bir postulaya razı olmaktır.
Bergson'un süresi: Tam ölçüm için onun ısısı, öbürünün ısısı. Sütün gerçek ısısı nedir? Ölçerken ölçdüğü termonun ısısını diğer bir termoyla ölçmeğe kalkmak. Son termoyu neyle ölçeceğim derken bitmez bir süre; devamlı ve süreğen, işte sezginin öğrenirken, biz insanların zihinlerine bahşedilen içgüdü...
Süreli, her an yaşayan içgüdü
Gariban kadın Taktak var idi.
Ardahan'ın fukara kalmışıydı. Üç çocukla ortadaydı.
Evvel seneler önceydi. İmkanlar ve bakım kurumları yaygın değildi. Kış kovuğunda site-site yaşardı. Onun gibi engelli, özürlüler... Allah razı olsun kim ise; Taktak'ı Elazığa göndermiş. Çocuklarını esirgemeye yerleştirmiş.
Taktak muavazenesini kaybetmişti. Hayat badirelerini aşamamış zelil düşmüş bir kadın.
Düşme! Görürsün ki kimse yardımcı olamıyor.
Beşbeter bir de, stres, depresyon dediğimiz basit şeylerle başlamıştı belki de Taktak'ın yıkılışı.
Eskiden deliden, delilikten korkulurdu. Hemde az boz korkmak değil. Bayağı bayağı insanlar ürkerdi. Şimdi Balaca uşağın ağzında: Stres, bunalım.
Kimseler bilmez ve söylemezdi. Deliliği; nüanslarıyla, teferruatıyla, tafsilatıyla.
Masal Osmanlık olmuş derdiler. Koca adamlar, okumuş yazmışlar dahi:
“DİKEN NE BİLSİN GÜLÜN DERDİNDEN”
İlkel bilgilerde deliliği bulaşıcı sanırmışlar. Ortaçağlarda beyin hastalığı gibi telakki etmişler. Ceviziçini beyne çok benzetmişler ki ceviziçi yedirerek hastayı iyileştirmeği denemişler.
Garajın girişine şilteyi sermişti. Gazocağının biri, iki minderi, kırlenti açıktaydı. Giysileri, kirlileri poşetlerde.
Taktak pegden kovulmuştu. Bölge okul yanında bir peg gibi yerde topladığı şeylere karşılık barınmaya izin almıştı.
Üç çocukla ve hastalığıyla; hayat ve o, ne yapsınlardı? Hayat ve o! Uzun bir hüzünle gözden göze üzündüler!Hizmet çay ve yemekevinde köfte ekmek yiyen genç adamlar kapıya çıkmış, bakışıyorlar. Garaj da herifler; geçemiyorlar. Adlayıp eşiğigeçseler otobüse binecekler. Taktak şereker eşikte, evini, eşiğini inkişaf ettirmiş. Cecim gibi bir kilim sermiş. Anlattığımız diğer şeyleri ve envanterindeki tereke' nin; emvali metrukesini garaj'ın cümle kapısına yığmıştı. Berber Rahim abinin
"Devrem berber " dükanın kenarında açmıştı " Yeni evini "
"Baht-ı var başan senin, ay Taktak!
...............
_ Baban heyrine.
_ Yegen, yegen hele baban heyrine
_ Dayı elleşme, oyan da işim var.
_ A, onarı çağırın.
........................
İki kaşkacı frene basmış. Kaşkayı istop etmiş, vitesden çıkarmış, boşa almıştılar. Kaşkacı Süleyman Taktak'a seslendi:
_ Taktak evini taşıyalım. Kapıyı aç! Millet garaja girsin.
_ Anam, evin içinde yol ne gezsin Süleyman gardaş.
Taktağın cevabı milleti gülmeğe tuttu.
Yedi delilerin Süleyman Taktağı ikna edemeyince Celil Ağanın fırından bir işçi devreye girdi. Adam eğildi Tağtağın kulağına pıç pıç fısıltımsı birşey mırıldadı. Taktak:
_ Evin içinde; yol ne gezsin! dedi.
Kimse, İncinsin istemiyor, Taktağın.
O; nefesinin ve gümanın son bulduğu bitik enerjisiz halinin çökme alanını ev bilerek, belleyebileceğini ummuş olabilirdi. Çünkü gözünün perdeleri kalkmıyordu. Yorulmuş ve ufallanmıştı. Nefesini dahi soluklayamayacak kadar zerillemişti.
Çocukların aç kalması iyice bunaltmıştı.
Doktor bayanın verdiği kaftan üstündeydi. Açık yeşil elbise. Başına lecek sarmıştı. Kırmızı bir sıkmayla sıktırmıştı. Gözünün rengi yeşildi. Çakırdı veya. " Time " dergisinde Afgan bir kızın profilden resmi vardı. Çok menşur resim. Kız dudaklarını büçüştürmüş, bir şey söyler gibi yapıp söylemiyor. Taktak Afgan kıza benziyordu. Çakır ve sarışın kadındı.
Süs ve işlev: Güzel kaftan turuncu gizlenmiş yeşiline açık ve uzaktan fosforlu renk gibi parıldıyor. İş görme gücüne gelince iş yapmıyor. Taktağın üşüyen organizmasını ısıtmıyordu. Fonksiyonsuz bir esbab olmaktan anırı gitmiyordu. Güzel ve işlev birarada bulunmalı. Kahverengi bir goçik gibi. Karayolları verirdi. Çalışanları; hem ısınırdı hem de çalım satardı. Süssüz ve işlevli giyside ısıtır. Fakat Çirkinliği başa bela. Taktak kirli bir erkek ceketini sırtına geçirmişti canı birazcık kızıyordu.
Doktor hanımın güzel kaftanı hiç kızdırmıyordu. Sırtı pek değildi. Karnı açtı, halbuki.
" Yılmaz Güney" Tuncer' e haber verdiler. Garaja o bakıyordu. Tuncer gece ve bazen sabahlarıda bakardı. Tuncer belediyede zabıtaya girmişti. Salih Aktürk Bey onu işe almıştı. Tuncer Abi buradan emekli oldu. Oda birşey yapamadı.
_ Taktak Haydi! Hop hop kalk haydi!
Taktak:
_ Hop hop ne hop hopu! Hop zırt!
Kaşkacı:
_ Hoppa haydi kalk!
Taktak:
_ Hop zırt... bu da mührüdür!
Taktak elini burnuna götürdü, nanik yaptı. Kaşkacı laf güreşinde altta kalmadı mı?
Şey can! Bu " Hop zırt bu da bunun mührüdür" lafı moda olmadı mı?
Milletin ağzında:
_ Hopp zırt! Bu da bunun mührüdür!