Gül ile Erdoğan yola çıktıklarında, Türkiye tasavvuru birbiriyle örtüşüyordu ya da biz, henüz Erdoğan’ın “Gerekirse papaz elbisesi bile giyerim” dediğini bilmediğimiz için, örtüştüğünü sanıyorduk. Fazilet Partisi’nin içinde filizlenen Yenilikçi hareketin temelinde, tek adama karşı tepki, parti içi demokrasi, Batı dünyasıyla sıcak ilişkiler, özgürlük, çoğulculuk, kimliklere saygı diye özetleyebileceğimiz bir anlayış yatıyordu.
Şimdi AK Parti, bu düşüncenin çok uzağına düştü. “Yeni Türkiye” dedikleri, yolsuzluk, hukuksuzluk, adaletsizlik, baskı ve zulüm manzaraları… Prof. Mustafa Erdoğan’ın, Zaman Gazetesi’nde yazdığı gibi, bugün bize sunulan model, “Erdoğancı bir statüko.” Ya ondan yana olacaksın ya da hain ilân edileceksin.
Bence Abdullah Gül önemli bir karar arefesinde. Partiyi mi seçecek? Türkiye’nin geleceğini mi düşünecek? Ufku sadece AK Parti ile sınırlıysa, “Kurucularından olduğum partiye zarar veremem” diye düşünüyorsa, Türkiye acı çekmeye devam edecek. Ve maalesef, sükût ederek olaylara seyirci kaldığı için, tarih onu da yargılayacak.
AK Parti artık, Gül’ün, Arınç’ın ve birçok Fazilet Partili siyasetçinin harcını kardığı, emek verdiği, hürriyet sevdalılarının umut bağladığı parti değil. “Partime zarar vermem” zihniyeti bu yüzden geçerli ve makbul addedilemez.
Zaman tünelinden geçip, 1940’lı yıllara geri dönelim…
Yıl 1945… Celal Bayar o tarihte “CHP benim partim. Ona zarar veremem” deseydi, sessiz kalsaydı, itiraz etmeseydi ne olurdu? Bugün Tayyip Erdoğan’ın her fırsatta eleştirdiği, yerden yere vurduğu “Milli Şef” düzeni sürüp gitmez miydi?
Gül, “çaresizlerin çaresi” olacak mı? Abdullah Gül’ün veda resepsiyonu çeşitli çevrelerde tartışılıyor. Olumsuz görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
1) Antidemokratik yasaları imzalamakta beis görmedi. İktidarın yanlışlarına ortak oldu. Şimdi şikâyet ediyor ama bu süreçte onun da payı var.
2) Özellikle son bir yılda yaşadıkları sıkıntılardan, muhatap oldukları saygısızlıklardan söz ediyorlar. Onların hissettiklerinin kaç kat ağırını Türkiye’de birçok insan yaşıyor. Neden sadece kendilerine dönük bir eleştiri ortaya koyuyorlar?
3) Madem Türkiye’nin şartları 28 Şubat’tan ağır, Gül niçin bu şartları değiştirmeye uğraşmıyor da köşesine çekildiği izlenimini yaratıyor?
***
Bu tenkitleri yapanlar aslında Gül’ü sevenler ve ona umut bağlayanlar. Erdoğan ile kıyas ederek, Gül’ün olumlu özelliklerini sayıyorlar: “Maceracılığı sevmemesi, yüzünün Batı’ya dönük olması, duygularıyla hareket etmeyen rasyonel bir kişiliğe sahip bulunması, kutuplaşma yerine daha kucaklayıcı bir tavrı benimsemesi…”
Kucaklayıcı deyince, Çankaya resepsiyonunda sarf ettiği bir cümlenin bu görünümü zedelediği notunu da düşmek lâzım. Abdullah Gül, “Başörtülü eşim dolayısıyla benim cumhurbaşkanlığımı istemeyenler, bana karşı çıkanlar, şimdi parti kurmam için beni teşvik ediyor” dedi.
İnternet Haber’de Levent Gültekin soruyor: “Bir zamanlar Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı olanların şimdi ona itibar etmesi, yakınlık duyması kötü bir şey mi? Bu kimselerin Gül’ü yeni bir siyasi oluşumun başında görmek istemelerinde yanlış olan ne var? Eskiden önyargı ile yaklaştığımız insanlarla, zamanla, tanıdıkça daha sağlıklı bir ilişki kurabiliyoruz. Gül’ün kendisine gösterilen bu ilgiye değer vermek yerine, şüpheyle yaklaşması doğru bir tutum mu? Toplumun önemli bir kısmı, siyasette yaşanan mevcut darlıktan ve tıkanıklıktan bir çıkış yolu arıyor. Mahallenin birkaç fanatik mensubunu memnun etmek adına, size teveccüh gösteren insanlara, geçmiş tavırlarını hatırlatmak doğru bir davranış mı?”
***
Siyasi hayatta önemli tarihi dönemeçler ortaya çıkar. Lider kimliğiniz varsa, bu fırsatı değerlendirir, peşinizden sürüklediğiniz insanlarla bir ülkenin kaderine damganızı vurabilirsiniz. Tayyip Erdoğan, belediye başkanlığından beri lider olduğunu gösterdi; Türkiye’yi dönüştürdü; önemli hizmetler yaptı. Ama belki de bu başarısının kurbanı oldu. Bir iktidar sarhoşluğuna kapıldı. “Tek adamlık” tuzağına düştü. Özellikle 2011 seçimlerinden sonra yanlış üzerine yanlış yaptı.
Türkiye’nin bir restorasyona ihtiyacı var. Daha az gerilim, daha fazla adalet, ahlâk ve hoşgörü… Bakalım Abdullah Gül, çaresizlerin çaresi, kimsesizlerin kimsesi olmak üzere harekete geçecek mi?
Bir pazarlık var mı? AK Parti iktidarının, Kürt meselesinde önemli adımlar attığını kabul etmek gerekiyor ama sanki bir samimiyet noksanı göze çarpıyor gibi. Her şeyden önce hepimizi endişelendiren bir konu var: “Bir pazarlık mı yürütülüyor? Acaba çözüme karşılık, BDP-HDP milletvekilleri başkanlık sistemini getirecek anayasa değişikliğine onay verir mi?”
Kandil’e giden Ruşen Çakır da Cemil Bayık’a aynı soruyu soruyor. Bayık, “Biz başkanlık ve yarı başkanlık sisteminin demokratikleşmeyi tehlikeye sokacağını düşünüyoruz. Parlamenter sistemi daha doğru buluyoruz” cevabını veriyor. “Bizi AKP yandaşı olarak göstermek vicdansızlıktır” diye ilave ediyor.
Bayık reddetse bile, bu pazarlığın masada olduğunu herkes hissediyor. Aslında istediklerini alacaklarından emin olsalar, HDP’liler anayasa değişikliğini desteklemekte beis görmeyebilir; fakat pek fazla güvenmiyorlar.
Çözümü zorlaştıran sadece tarafların birbirine güvensizliği ya da samimiyetsizlik değil. AK Parti’nin diğer siyasi partileri de sürece dahil etmesi gerekirdi. Oysa aralarında öyle bir gerilim var ki, bu mümkün olamıyor. Kaldı ki, vatandaşların en az %50’si, giderek otoriterleşen Erdoğan’a karşı derin bir öfke, hatta nefret duyuyor. Onun “ak” dediğine zaten “kara” demeye hazırlar. Bu yüzden de, Kürt konusunda atılan adımların toplumun çeşitli katmanları tarafından benimsenmesi giderek zorlaşıyor.
“Kürt” lafının bile telâffuz edilmediği bir Türkiye’den, bugünlere gelmenin önemini takdir etmekle birlikte, ülkemizin bugünkü şartlarında, yukarıda sıraladığım sebeplerden dolayı, sürecin, başarıya ulaşacağını söylemek de zor.