Eşyanın doğasına uygun olanı ise muhalefetin bir sonraki dönemde iktidar olma hedefine kilitlenmesi, bunun için de cazip programlarla ortaya çıkmasıdır. Bu bağlamda kendisinden beklenen duruş başta özgürlükler olmak üzere temel toplumsal sorunların çözümünde daha aktif bir rol üstlenmesidir. Kendisinden beklenen bir başka temel şey daha vardır ki, o da birey ve toplumun özgürlük alanını devletin aleyhine genişletmek, yani daha sınırlı devlet ama daha özgür birey-toplum eksenli bir paradigmanın hayata dönüşmesini zorlamaktır.
Peki, Türkiye’de muhalefetin böyle bir hedefi, programı ve çabası olduğunu söyleyebilir miyiz? (Ana) Muhalefet Partisi’nin dün Cumhuriyet mitingleri bugün de Silivri için verdiği apansız kavganın bir benzerini temel toplumsal problemlerin çözümü için de verdiğine inanan kaç kişi vardır?
Anladığım kadarıyla muhalefet mevcut sorunlar içinden kendisine göre en önemli olanıyla uğraşmayı seçmiştir; üstünlerin ve güçlülerin imtiyazlarını titizlikle koruyan militer, totaliter, köhne ve çağın çöp kutusuna
atılmış gerici bir rejimi muhafaza ve müdafaa etmek. Bir seferberlik heyecanıyla sürdürdüğü bu uğraşıyı adeta en kutsal vazife bellemiştir sanki.
Hatta her doğan güneşle birlikte yenilenen bir dünyanın tecrübesine rağmen, açık topluma karşıt inatçı bir tutum takınmış bulunan muhalefet kendisini bu vazifeden alıkoymak isteyen dâhili ve harici bir takım bedhahların mevcudiyetine inanmış bir paranoya hali sergiliyor adeta. Çünkü o bedhahlar hem de kim olduklarına bakmaksızın kendilerini üstün beyazlarla eşit görme gaflet ve dalaletine düşerek efendileriyle aynı okullarda okumak, aynı işyerlerinde çalışmak istiyorlarmış, üstelik kendi kimlikleriyle.
Öyle olduğu içindir ki, seleflerinden tevarüs ettiği totaliter rejim ülküsünü ile’l-ebed muhafaza ve müdafaa etmek uğruna icabında barışı, hukuku ve özgürlükleri rahatlıkla çiğneyebilecek bir hatt-ı harekâtı siyasi eksen olarak izlemeyi tercih etmiştir. Bu yüzdendir belki de damarındaki asil kanda mevcut kudret sebebiyle Kartaca’yı bırakın ‘anaların yüreklerini’ bile rahatlıkla ateşe verebiliyorlar. Nitekim ‘Dün Dersim’de de analar ağlamamış mıydı?’
Muhalefetin ülkenin yarınına ilişkin tutarlı bir tasavvura ve ona ulaştıracak bir yol haritasına sahip olduğunu bilen varsa bize de anlatsın. Kör-kısır bir döngüye mahkum
oluşu böyle bir imkânı olmadığını göstermektedir. Bana göre bu imkânsızlığın sebebi günümüze külünü taşımaya zorlandığı sorunlu mirası ile ne tür bir ilişki kuracağına dairzihnî karışıklığı olsa gerektir.
Kimliğini oluşturan olmazsa olmaz öğeleri ile ileri dünya ölçeğindeki esaslar arasında sıkışmışlığın yarattığı bir anlam bunalımı sendromu yaşıyor adeta. Nitekim sık sık ‘kurucu resmi ideoloji’ atıfları ile ondan zerrenin bile esnetilmesine
bir türlü rıza göstermemesi bir inat değilse şayet tam sosyo-politik bir gericiliktir. Anayasa çalışmalarındaki tavrı bunun tipik ispatı değil midir? Bundandır ki ‘yenisinin’ ‘eskisinden’ farkı sadece iki milim arasındaki fark kadar kalıverdi.
Peki, CHP’nin yenileşme imkânı gerçekten yok mudur? İmkânlar havuzu niteliğindeki bu dünyaya rağmen bu tabela ve o mazi ile böyle bir imkânı zor bulacağı kanaatindeyim.Çünkü isminde yer alan ‘Cumhuriyet’in Fransız tipi totaliter ve diktatoryel niteliklerle malul olduğunu dünya alem görmesine rağmen CHP bu gerçeğiyle bir türlü yüzleşmeye cesaret edemiyor.
İkinci kelime olan ‘Halk’ kavramının ise ‘Halka rağmen’ tecessüm ettiği artık bir darbe mesel olarak deyimler ders kitaplarına konu olacak bir realite. Mazisine gelince, özellikle ülke gündemi bağlamında bakıldığında bugün için sadece birer kara leke olarak lanetle anılan inkâr, asimilasyon, imha, tenkil, tehcir, te’dip, mecburi iskân, şark ıslahat planı, istiklâl namlı ihtilâl mahkemeleri, Ağrı, Zilan ve Dersim katliamlarının doğrudan;
Diyarbakır Cezaevi, ohal, boşaltılan köyler ve işlenmiş binlerce fail-i meçhul cinayetlerden ise dolaylı olarak sorumlu olduğu bir tarihsel vebalin hamalı. Reddi miras da düşünmediğine göre o yükle yürüme mecali belli ki kalmamıştır. Dolaylı sorumluluğuna gelince CHP’nin baştan beri militarizmi demokrasiye tercih eden tutumundan ödün vermeyeceğinin yeter kanıtı Silivri sevdasıdır.
Dolayısıyla CHP’nin adeta geleneği olmuş bu militarizm iştiyakperestliği darbelerin yarattığı trajedilerden kendisini sorumlu kılıyor. Gerçekten II. Meclisin tesis biçiminden devrimlerin icra keyfiyetine, demokrasiyi dâr ağacında sallandıran 60 darbesine methiyeler dizen İsmet Paşa’dan ‘Sizin yapmadığını biz yapmak zorunda kalıyoruz’ diye hayıflanan vekilden tutun da Ordu’yu ‘Kartondan Kaplan’a benzeten ulusalcı öncülere değin bu gelenek hiç değişmedi.
Gerçekten tarihsel grafiği CHP’nin değişime veya yenileşmeye çok az imkânı olduğunu gösteriyor. Kılıçdaroğlu dönemi ile kısık ve ürkek bir sesle arada bir dile getirilmeye başlanan ‘yeni’ kelimesinin belli ki ulusalcıların baskısıyla bir daha ağza alınmamasının sebebi de bu geleneğin hassasiyetle korunduğunu göstermektedir.
Peki, iktidar, hiçbir vebali veya sorumluluğu olmadığı bir sorunun çözümü için ‘baldıran zehirini’ bile içmeye razı olurken, sorunun veya suçun asıl müsebbibi olan
ana muhalefetin çözüme katkı vermek konusunda asgari ahlâki bir mecburiyeti yok mudur? Bugün tüm toplumun üzüntü ile izlediği manzara şudur: muhalefet doğrudan faili olduğu bir sorunun çözümüne daha fazla katkı vererek kendisini topluma ve tarihe affettirme fırsatını kullanmak yerine, pes dedirtecek biçimde ürettiği bir takım asılsız korkularla toplumu kargaşaya sürükleme çabasına soyunmuştur. Bizi müsterih kılan ise toplumun muhalefete inancının kalmamış olmasıdır.