Irak'ı, Suriye'si, Mısır'ı ile bu fetret devrinin beklenenden uzun sürebileceğini düşünmek için çok sayıda sebep olduğunu söyleyebilirim. İran-Irak Savaşı ve Cezayir bastırması ile başlayan ve fiilen 30 senelik bir istikrarsızlığın bizi getirdiği noktadayız. Ben biraz daha ileri giderek 1990'ların Balkanları'nın da bu sürece dâhil edilmesini daha kavratıcı buluyorum.
Zaman içinde sürecin çatışan aktörleri değişebiliyor. Meselâ İran, doğrudan çatışmaların içinde değil. Cephesini Akdeniz kıyılarına kadar genişletmiş ve kendisini göreceli olarak dışarıda bırakmış durumda. Bir bakıma artık Hizbullah onun için savaşıyor.
Daha güneyde yer alan ve Şii İran'ın can düşmanı olan Arap monarşileri de benzer bir durum içinde. Onlar da El Kaide'nin unsurlarını (her manâda )ileri sürerek yangını dışarıda tutmaya çalışıyor. Elbette ki bütün bunlar hem İran, hem de Arapların ezeli düşmanı İsrail'i rahatlatıyor. 'Girsinler birbirine, yesinler birbirini' diyerek kendisini güvenceye alıyor. Olan Mısır'a, Suriye'ye ve Irak'a oluyor.
Dış dünyanın bu duruma müdahale etmeye niyeti olduğundan artık iyiden iyiye kuşkuluyum. BM'nin baştan niyeti yoktu. Ortadoğu'nun artık, Pax Americana'nın projelerine konu edilmediği de çok net anlaşılıyor. Ortadoğu'ya ilgi sâdece İsrail'in güvenliğine odaklanmış durumda. Gerisi; ölen yüzbinlerce insan dâhil lâf-ı güzaf kalıyor.
Bu ara bir şeyin de sağlaması ya da karşılığına tanık olduğumu hissediyorum. Demek ki, kültürpolitik dünyadan payımıza düşen çokkültürlülüğün barışı ya da kültürel demokrasi değil; düpedüz 'kan davası' imiş.
Türkiye sürece dâhil olacak mı; olmayacak mı? Bence artık gelinen aşamada soru budur. Türkiye'yi bu cinnet dâiresine itebilecek olan dezavantajlar; ilki etnik; diğeri ise dinsel-mezhebi eksende olmak üzere iki uçludur. Bu bir felâket tellâllığı sayılmamalıdır. Gerçekten ve maalesef böyle bir risk mevcut.
İşlerin bu hale gelmesinin en başta geleninin kaybedilmiş 90'lı yıllar olduğu düşüncesine artık her zaman olduğundan daha yakınım.
1980 askerî müdahalesinin izleri, etkileri 90'larda temizlenmek zorundaydı. Ama 90'lar, Turgut Özal'ın başlattığı sürecin akamete uğratıldığı Restorasyon Türkiyesi'dir. Burada kullandığım Restorasyon terimi, 12 Eylül'ün pekiştirilmesi anlamındadır.
Bu kayıp on yılda, 12 Eylül ile hesaplaşmak bir yana, onun etkilerini derinleştirecek olan işler yapıldı. Lümpen sermaye, askeri ve sivil bürokrasi, merkez sol ve merkez sağ ile anlaştı ve elbirliği ile ülkeyi her anlamda yağmaya verdiler.
Susurluk'lar, 28 Şubat'lar, Ergenekon'lar, faili meçhul cinâyetler, bu Restorasyon Türkiyesi'nin kayıp on yılının 'uç vermiş halleri'. (Garip olan; Turgut Özal ve kadrolarının 12 Eylül'ün içinden gelip dönüşümü başlatmaları; buna mukabil, söylemde 12 Eylül mağdurları olanların ise 12 Eylül'ün pekiştiricileri ve restoratörleri olmasıdır).
Kayıp on yılın etkileri 2000'li yılların ortalarına kadar gidiyor. Artık yağma bitti. 1999 depreminin yıkımı ve ardından gelen 2001 krizi, Türkiye'yi hayli kendine getirdi. 2000'li yıllardan bugüne, yeterli görmesem de önemli adımların atılmış olduğunu düşünüyorum.
Ama restoratörlerin mücâdeleyi bırakmış olduklarından emin değilim. Durumu karartan gelişmeler ise yeni parametrelerin mevcûdiyeti ile alâkalı. Meselâ toplumsal düzeyde yaygınlaşmakta olan orta sınıf hoşnutsuzluğu yeni bir parametre.
Restoratörler bu parametreyi sonuna kadar kullanacaklardır. Öte yandan dış dinamikler düzeyinde de Ortadoğu'nun cinnet halleri devreye giriyor. Restoratörlerin, sonuçlarını hesaplamadan bu durumu bir fırsata çevirmeyi düşündüklerinden endişe ediyorum. Eş anlı olarak, etnik ya da dinsel eksendeki derin hesaplaşmaların gündeme gelmesi bu tabloyu daha da ağırlaştırıyor.
Türkiye, siyâsetin ayakta kaldığı tek ülke. Bütün çabalar ise siyâseti yetersizleştirici, fırsatçılığı bileyici temelde gelişiyor. Kim kazanacak göreceğiz. Ama fırsatçılara bir hususu hatırlatmak isterim: Târihin fırsatlarını son tahlilde tüketen ve sonuçta kendisi de kaybeden fırsatçılık ve fırsatçılar olmuştur.