Hayatının son döneminde Esed rejiminin karşısına dikilmediği için ağır eleştirilere maruz kalmıştı. Sünnî bir âlimdi, âbid bir insandı, zâhid bir kişiydi. Suriye rejimine açıktan karşı çıkmayışının arkasında temel bazı prensipler vardı. Suriye'deki değişimin silah zoruyla olmaması gerektiğine inanıyor, ülkesindeki sistemin Mısır, Libya, Tunus gibi bir çırpıda değişmeyeceğini savunuyordu. Nitekim haklı çıktı öngörüsü. Bahsi geçen ülkelerin ceberut yönetimleri kısa bir direnişin ardından gürül gürül yıkıldı; ama Suriye'deki kanlı rejim maalesef iki seneyi aşkın bir süredir direnmeye devam ediyor. Üstelik başta İran olmak üzere bir kısım müttefiklerine sırtını dayayarak.
El-Butî de tam bu noktadan yaklaşıyordu meseleye. Silahlı mücadelenin çok kanlı geçeceğini, uzun zaman alacağını biliyordu ve Türkiye modelinin işletilerek toplumun kendi dönüşümünü bizzat kendisinin yapmasını istiyordu.
İçtihat meselesi. Bazıları merhum ve maktul âlimi, içtihadında isabetsiz bulabilir. O da bir başka içtihat meselesidir. El-Butî isabetli de düşünse, isabetsiz de karar verse bombalı saldırıyı hak edecek bir insan değildi. Vakıa o, ilimdeki cehdini şehadet ile taçlandırmak istemiş olabilir; ancak bu durum, birilerine onu öldürme meşruiyeti tanımaz. Âlimi vuran âlemi vurmuştur.
İçtihat kavgalarından doğan fitne dönemlerinde çoğu zaman birileri elini kana bular. Tarih boyunca aklını devlet yönetimiyle bozmuş birileri, maalesef Allah'ın haram kıldığı öldürme eylemine başvurmuştur. İslam tarihinin en müstesna simalarını şehit edenlerin siyasî gerekçeleri vardı. Ama o döktükleri kan insanlığa ve İslam'a hiçbir şey kazandırmadı. Aksine, irşat ve tebliğ yollarını kapadı. El-Butî'yi kimin öldürdüğünü kestirip atmak imkânsız. Lâkin bu cinayet vesilesiyle yaklaşan bir tehlikeyi hatırlatmakta fayda var: İslam dünyasında alttan alta bir dip dalga geliyor. Onlarca senedir biriktirilen bir dalga. İslam dünyası Şiilik ile Selefîlik arasına sıkıştırılıyor. İran karşıtı gibi görünen güçlerin global vesayeti altında sürdürülen Şii yayılmacılığı, bir yandan yeni mevziler kazanıyor; diğer yandan da bazı özendirmeler eşliğinde Ehl-i Sünneti daha radikal bir noktaya doğru savuruyor.
Birkaç gün önce Başbakan Erdoğan, “Batı, Irak'ı İran'ın kucağına itiyor.” dedi. Çok doğru bir tespit. Maalesef Irak'ı İran'ın himaye kanatları altına mahpus eden güçler, Afganistan'ı da Şii akımların hegemonyasına terk ediyor. İran mezhepçi bir fanatizm içinde olmasa, bu satırları mezhepçilik sanabilirsiniz; ancak yok böyle bir şey. Tam bir ulus-devlet mantığıyla hadiselere yaklaşan İran'ın her mevzuda yaptığı koyu bir mezhepçilikten başka bir şey değil. Şii yayılmacılığının bir de Türkiye ayağı var. Söylenecek çok söz var bu hususta. En azından son yıllarda yakalanan İran casuslarının Türkiye'deki bazı silahlı örgütlerle ilişkisinin ortaya çıkması düşündürücü değil mi?
Türkiye'de radikal çizgi (ister Şii kaynaklı olsun isterse Sünni kisvesine bürünsün) toplumda bir karşılık bulamadı. Hep marjinal kaldılar. Bunda “Anadolu Müslümanlığı”nın payı büyük. Mevlânâ'dan, Yunus'tan, Hacı Bektaş'tan, Ahmet Yesevi'den devralınan mutedil ve müstakim gelenek, bizi hep sağduyuya, aklıselime davet etti; ediyor.
Ne var ki İslam coğrafyasının önemli bir bölümünde Şii radikalizmi ile Selefî terörizmi Müslümanları yeryüzünde çatışmanın yeni adresi haline getiriyor. İslam'ı terörle irtibatlandırmak isteyen imaj yapıcılarının istediği de tastamam budur. Hastalıklı fanatizmin gözünde her engel silah zoruyla ortadan kaldırılmalıdır; âlim de olsa, âbid de olsa. Tehlike çanları çalıyor; üstelik bu çanlar İslam coğrafyasının dışındaki eller vasıtasıyla kulakları sağır edecek hale gelmiştir. Bu noktada yapılacak en kötü tercih, kulağımız üzerine yatmaktır. Zira çanları çalıp “yürü” diyenler, koskoca bir coğrafyaya çoktan deli gömleği biçmiş durumda…