Tarihî serüveninden anladığımız kadarıyla insanoğlu başından beri tek başına iken kardeşine, kardeşi ile birlikte iken kuzenine, kardeşi ve kuzeni ile birlikte
iken de ötekisine karşı olma pozisyonunu hep koruya gelmiştir.
Bu realite hayat için kendisine mecbur olduğumuz bu dünyada 'uyum'a hangi düzeyde muhtaç olduğumuzu gösterir. Nitekim günümüzde yaşanan çatışma trendleri bu ihtiyacın yarınlar için daha fazla lüzumlu olduğunu göstermektedir.
Öte yandan aynı beşeri tecrübeden birlikte yaşamayı başaramayan toplumların birbirlerini büsbütün ‘yok etmeyi’ de başaramadıklarını, eninde sonunda birlikte varoluşun yollarını aramak zorunda kaldıklarını da okuyoruz. Demek ki, tıpkı diğer canlı türleri gibi beşeri toplumlar da varoluşlarını günümüze kadar bir şekilde koruya gelmişlerdir. Belli ki bu durum da fizik evrendeki yasalar gibi dinmeyen bir devinim halinde akışını sürdürmektedir.
Madem ki, tarih ve toplum böyle işliyor, peki savaş veya çatışma süreçlerinde verilmiş kayıpları veya ödenmiş bedelleri nasıl izah etmeliyiz? Ya da
bunlar illa da yaşanmalı mıydı?
Geriye dönük yapacağımız her türlü sorgulamanın geçmişi kurtarmayacağı açıktır ama aynı oranda açık olan bir şey daha vardır ki, o da bu tür sorgulamaların
geleceğimizi kurtarmaya ilişkin taşıdığı imkândır. Zira geleceğe tutulacak ayna geçmiş odaklıdır.
Bu aynanın bize gösterdiği bir başka şey de toplumların geleceklerini ihya veya imha etme imkânının liderlerin elinde olduğudur. Görüyoruz ki, onların ağızlarından çıkan her kelime veya parmaklarının her bir işareti arkalarındaki kitlelerin kaderini doğrudan belirliyor.
Bu realite dün olduğu gibi bugün de böyledir. Mesela en büyük krizleri basit diplomatik bir manevra ile atlatan liderler olduğu gibi en küçük bir krizi ülkeleri yok eden savaşlara kadar götüren liderler olmuştur. Bu tür tecrübeler bize gösteriyor ki, en iyisinden en kötüsüne her zaman farklı çözüm formülasyonları veya farklı toplumsal kaderler mevcuttur. Belki de bundan dolayı denilmiştir ki, ‘Bil ki ilâhî takdirler sonsuzdur, sen farklı olursan kaderin de farklı olacaktır.’
Bu yazıda ülkenin birinci derecede gündemini oluşturan süreçle ilgili işe nereden nasıl başlanılmasına dair bir katre katkıda bulunmak amacıyla üç örnek liderlikten kısa birer hatırlama yapmak istedim.
Birincisi Son Peygamber Hz. Muhammed (sav)’dir. Hatırlarsanız, bir karıncayı ezmenin bile haram olduğuna inanılan Emin Belde Mekke’de kendi tertemiz kanını helal saymış düşmanlarını Mekke’nin Fethi günü Kâbe’de toplamış, “Bugün hepiniz serbestsiniz” diyerek tarihin havsalasının ötesinde bir âl-i cenâplıkla müşrikleri affetmişti. O Peygamber yirmi üç yıl boyunca cemaati ile birlikte çektiklerinin intikamını almaya tenezzül etmemiş, sütü şaraba tercih ederek insan
fıtratının iyi tarafında durmak suretiyle Mekke ile Medine’yi barıştırmıştı.
İkinci örnek yüzlerce yıl beyazlara karşı verdikleri mücadelede bir türlü kazanamayan siyahîlerin lideri Martin Luther King’tir. Aynı zamanda bir din adamı olan King, zenci çocukları beyaz çocuklarla yan yana oturtmayı beyazların vicdanlarını harekete geçirerek başarmıştı. Bilgece yöntemlerinden birisi siyahî kiliselerin kapılarına diktiği heykellerdi.
Hatırlarsanız onlardan en etkin portre prangalı ayakları ve vicdana uzanmış kelepçeli elleriyle; 'am I a man and brother?’(Ben de bir insan değil miyim? Kardeşiniz değil miyim? yazılı heykeldi. Kölelik probleminin bir takım iktisadî, hukuki veya sosyal gerekçelerden öte insanın varoluşuna ilişkin temel ahlâkî bir sorun olduğuna dikkat çekmeye çalışan King, biliyordu ki, maşeri vicdan aynı biyolojik kökenden gelen insanlardan bazısının ötekisini köleleştirmesini, elinden özgürlüğünü almasını asla kabul etmeyecektir. Sonunda çocuklarının derilerinin renkleriyle değil de kişilikleriyle değerlendirildiği bir ülke hülyasına kavuşmuştu.
Üçüncü örnek Hindistan’ı hem İngiliz emperyalizminden hem de iç savaştan kurtarmayı başaran Mahatma Gandi’dir. Onun da başarısı hiç kuşkusuz ki bilgece
tutumuydu. ‘Zor olanı’ nasıl başardığını çocuğunu katletmiş bir Müslümandan intikam almak için kendisinden izin isteyen Hindu köylüye verdiği cevaptan
öğreniyoruz:
“Bundan böyle çocuğu bir Müslüman tarafından öldürülmüş her Hindu,babası bir Hindu tarafından öldürülmüş Müslüman bir yetimi; çocuğu bir Hindu tarafından öldürülmüş her Müslüman ise, babası bir Müslüman tarafından öldürülmüş Hindu bir yetimi kendi himayesine alacaktır! O yetimin gözlerine her baktığında vicdanı ona ‘yetim bırakmanın’ ne denli büyük bir günah olduğunu daha iyi anlatacaktır.
Demek ki,bilgelik başa tâç imiş, her derde devâ imiş.