Bir ağaç savunması gibi başlayıp küçük çaplı bir ayaklanmaya dönüşen ve başbakanın evini ve ofislerini basmaya yönelen Gezi olaylarının hemen akabinde Mısır'da başlayan Temerrüt hareketiyle Mısır tarihinin ilk seçilmiş cumhurbaşkanı askeri darbeyle devrildi.
Bu darbenin halkın yoğun isteklerine dayanamayan 'kahraman Mısır ordusunun' sahne alıp duruma el koymasından ibaret olduğu söylendi. Yani ordunun elinden bir şey gelmiyor, halk isteyince akan sular durmuş. Eee, Mısır ordusu emir kulu, halkın emrine uymuş!
Tabi, asker, sadakat yemini etmiş olduğu Cumhurbaşkanını devirmekle kalmadı, arkasından yeni cumhurbaşkanını ve hükümetini silah gücünden başka hiçbir dayanağı olmadığı halde atadı. Arkasından binlerce insanı tutukladı, kendisine muhalif bütün televizyon kanallarını kapattı, göstericilere açtığı rastgele ateş yüzünden toplamda 200'ün üstünde insanı öldürüp binin üstünde insanı yaraladı ve bundan dolayı bırakınız hesap vermeyi herhangi bir soruşturma bile açmış değil.
Buna mukabil, hala yaptığı işin darbe olmadığını söylemeye devam ediyor. Onun bunu söylemesi bir şey değil de bu gülünç iddiaya bütün dünyanın inanmaya bu kadar istekli ve hazır olması çok önemli.
Bilebildiğimiz bütün askeri darbelere kendilerini mutlaka destekleyen bir halk kesiminin talepleri eşlik etmiştir. Ama bu, onların askeri darbe olmasını engellememiş. Çünkü asker halkın arasında siyasi ihtilaflara müdahale etme hakkına sahip değil. Halkın ihtilafı demokratik topluma en çok yakışanıdır, ama halkın bir kesiminin arkasında haksız rekabet imkanı sağlayacak şekilde bir silahlı gücü (orduyu veya örgütü) hissetmesi ve sıkıştığında ondan yardım alabileceğini düşünmesi demokrasiyi ifsat eden bir şeydir.
Ne yazık ki, böyle bir haksız kazanca her toplumda talip çıkacak kesimler bulunabilir. Bu haksız politik kazanç çok ayartıcıdır. Sandıktan çıkma ihtimaliniz olmadığı halde silahlı bir gücün el atması sayesinde hiçbir şekilde gelemeyeceğiniz yere geliyorsunuz.
O yüzden kurulan rejimlerin son derece sadık, ateşli savunucuları bile bu tür azınlıklar arasından çıkıyor. Sömürge sonrası kurulan İslam ülkelerinin hemen hepsinde askerin, dolayısıyla devletin bizzat kendisinin böyle bir ayartıcı rolü vardır ve çoğu kez darbenin savunması şu veya bu kılıkta bu ayartılmış halk kesimlerine yaptırılır. Tabii ki darbe kelimesinin aşırı pejoratif tabiatı dolayısıyla darbe savunması mutlaka başka kılıklara sokularak yapılır. Hiç kimse darbecilik yaftasını üstüne alınmaz ama yaptığı bal gibi darbeciliktir.
Bakın, Mısır'da darbenin bir şekilde kotarılmış olma ihtimali ortaya çıkar çıkmaz Tunus'ta da aynı kesimler hareketlenmeye başladı. Ama bu hareketliliğe hızlandırıcı bir etki lazımdı. Dün itibariyle bu etki de Halk Hareketi Partisi Başkanı ve Kurucu Meclisi üyesi Muhammed el-Brahmi'nin öldürülmesiyle temin edildi.
Faili meçhul olarak kalması hesaplanmış suikastın 6 Şubat'ta öldürülen diğer bir muhalif lider Muhammed el Beliyd'i vuran silahla aynı silahla vurulmuş olduğu anlaşıldı ki, önceki suikastla aynı sonucu hızla verdi. Birileri tarafından Nahda hareketi durduk yerde bu cinayetten sorumlu tutuldu, hemen protesto hareketleri başladı.
Her yönüyle bizim 7 sene önceki Danıştay cinayetini andıran bu suikastın ilk bulgulara göre Selefi bir grup tarafından işlenmiş olduğu anlaşıldı. Mısır'daki darbenin sponsorluğunu yapan S. Arabistan tarafından desteklenen Selefiler aslında Tunus'un İhvan'ı sayılan Nahda hareketine kökten karşılar.
S. Arabistan'ın İhvan karşıtlığı ona karşı Mısır'daki darbenin sponsorluğunu yapmaya itecek ölçülerde olduğunu biliyoruz. Aynı nedenlerle Tunus'ta Nahda'yı ilk planda olağan şüpheli haline getiren suikast, defalarca sahneye konulmuş ve bugünlerde İslam dünyasını dizayn etmeye çalışan büyük oyunun basit bir tekrarı. İşin daha ilginç tarafı, herkes Selefilerin İhvan'la olan farkını ve hasımlığını bilse bile Selefilerin hareketlerinden Nahda sorumlu tutuluyor. Tıpkı Mısır'da İhvan'a yöneltilen en ağır eleştirilere konu hareket veya düşüncelerin aslında Selefilere ait olması gibi.
Oyunun en önemli taktiği demokratik yollarla iktidara gelmiş ve yine demokratik yollarla sınanmaya açık iktidarların 'diktatör' gibi gösterilebilmesidir.
Neresinden bakarsanız bu bir illüzyon oyunudur. Bu oyunun en iddialı olduğu alan gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Darbenin darbe gibi görülmemesi sağlanacak. Oradaki Vandalizm, polisin şiddetine karşı masum göstericilerin patlayan haklı öfkesi gibi gösterilecek.
O saldırgan, Vandal eylemcilikten bir ağlayan çiçek çocuk portresi çıkarılacak, o çocukların döktükleri pisliklerde boncuk aranıp bulunacak. Oradaki eşek şakaları, küfürbaz söylemler yüksek mizah örnekleri gibi sunulacak. Kapitalizmin en iğrenç sömürgenleri olan finans-kapitalistlerinin önde olduğu eylemler anti-kapitalist, sosyalist hareketler diye yutturulacak. Çapulculuk, ismiyle müsemma haliyle, bir marifetmiş gibi gösterilecek.
Bu oyun Türkiye, Mısır ve Tunus'ta aynı şekilde oynanıyor.
Olay illüzyon olunca, gerçeği çarpıtmanın sanatkarlarına mutlaka önemli iş düşer.
Ya mesleği sanatçı olanlar bu işin neresinde? The Times'a bazı sanatçılarca verilen ilan gerçeği çarpıtmanın hiç de sanatkârca olmayan bir şekli. Sanat doğası itibariyle gerçeğin tahrifi, ama sanatkârca bir tarzı var. Gerçeği sanatın kurallarından da saparak bu kadar açık çarpıtmaya iten, tahrik eden politik angajman nereden geliyor? Üzerinde durmaya değer, daha sonra.