Herkes mağduriyetine odaklanıyor ama bence tanıklığı daha kıymetli. Dün dönemin röntgenini çeken bir yazı kaleme aldı. Askerin nasıl bir güç zehirlenmesi ve iktidar sarhoşluğuna girdiğini örneklendirdi.
Birand şunları yazdı: "1996 yılıydı ve Kürt sorunu en şiddetli döneminden geçiyor, Genelkurmay iki konuda üstüme geliyordu. Biri, Fethullah Gülen hareketini eleştirmeyip, aksine okullarını desteklememdi. Diğeri ise Kürt sorununda resmi politikaya karşı çıkmamdı. Her yazıma tepki gelirdi...
Hiç unutmuyorum, o günlerde bir telefon aldım. SABAH Gazetesi muhabiri arıyordu. '... Abi, bugün bir şehit asker cenazesi vardı. Bir yarbay çıktı ve asıl hainlerin aramızda olduğunu söyledikten sonra, sizin ve Cengiz Çandar'ın adını verdi. Binlerce kişi de sizleri yuhaladı. TV'ler de çekti...' dedi.
Fena halde ürktüm... Açıkçası can derdine düşmüştüm. O gerilimle oturup, Genelkurmay Başkanı Karadayı'ya bir faks mesajı yazdım... Bir vatandaş olarak, beni tehdit eden bir kurum mensubunu, o kurumun en tepesindeki kişiye şikâyet etme hakkını kendimde görmem kadar da doğal bir şey olamazdı.
Ertesi sabah, Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Özkasnak aradı. Telefonun öbür ucundaki ses buz gibiydi: 'Siz kendinizi kim sanıyorsunuz da, genelkurmay başkanımıza faks mesajı yollayabiliyorsunuz? Kimsiniz siz?' Düşünebiliyor musunuz, o dönemdeki asker algısına göre, genelkurmay başkanı, ulaşılamayan, adeta tanrı gibi muamele görmesi gereken bir insan. Ben ise, o büyük insana faks mesajı yollamak küstahlığı gösteren bir yaratık (!) idim."
Alıntının uzun kaçtığının farkındayım fakat o psikolojiyi bundan iyi anlatamazdım. Yaşadıkları Birand'a özel, onunla sınırlı değil. Darbeye destek vermeyen herkes bu şımarıklıktan nasibini aldı. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener'in başına gelenler farklı mıydı? Tetikçi gazetecilere onun hakkında, "Bu İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturan kadın, bir koyun tüccarının varoşta oturan kolu bilezikli karısı olması gerekirken, üst balkondan alt balkona halı, kilim silkeleyen, komşusuyla kavga eden bir kadın olması gerekirken, nasıl İçişleri Bakanlığı sandalyesine oturur?" diye yazdırdılar.
Yetmedi, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı aracılığıyla 'onu yağlı kazığa oturturuz' haberi gönderdiler. Askerin içinde bulunduğu güç zehirlenmesi o boyutlara ulaşmıştı ki Başbakanlık makamı bile vareste tutulmuyordu.
Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak'ın günlük rutinleri arasında Başbakan Necmettin Erbakan'a cevap vermek vardı mesela. Erbakan, basın toplantısında, MGK krizi üzerine 'asker hükümetin emrinde' diyor, hatta her zamanki tavrıyla TSK'yı koruyucu ilaveleri ihmal etmiyor; "Ordu, 'ben sadece dış ülkelere karşı ülkeyi korurum. İç tehdit beni ilgilendirmez' diyemez. Ordu bu görevi yapmakla mükelleftir." biçiminde konuşuyor.
Ama ertesi gün yazılı açıklama geliyor: "Biz milletimizin emrindeyiz". Cuntanın kalemşorları da mesaj iyice yerine ulaşsın diye tavzihe girişiyor: "Başbakan'a cevap". Yine Başbakan Erbakan ülkedeki tansiyonu düşürebilmek için "ordumuzla uyum içindeyiz" ifadesini kullanıyor. Ertesi gün cuntacı medyanın manşetleri: Genelkurmay'dan açıklama: "Cumhuriyet düşmanlarıyla uyum içinde değiliz."
Dönemin kudretli paşası Çevik Bir'in gözaltına alındıktan sonraki "Bu günleri de mi görecektik!" sözlerini anlamak için o günlere gitmek gerekiyor. Çok değil 15 yıl önce bakanlara, başbakana hakaret etmeyi marifet sanan, gazetecileri böcek gibi gören bir zihniyetle mücadele ediliyordu. Geldiğimiz noktanın kıymetini anlamak adına Birand benzeri tanıklıklara ihtiyacımız var.