Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dinî özgürlüklerin ileri derecede yaşandığı bir ülke. Amerika Dinî Kimlik Anketi’nin (ARİS) verilerine göre, toplumun yüzde 80’i kendini Hıristiyan olarak tanımlıyor. Müslüman, Musevi, Budist ve Hindular toplumun yüzde 4’ünü oluşturuyor. Her dinden ve mezhepten milyonlarca insan Amerika’nın her yerine dağılmış ibadethanelerde dinî pratiklerini yerine getirebiliyor.
Kamusal alanda da dinî sembolleri taşıma konusunda bir engelle karşılaşmıyorlar. Fakat dinî özgürlüklerin anayasal güvence altında olduğu Amerika’da, 11 Eylül saldırısıyla görünür hâle gelen İslamofobinin yükselişi bu özgürlük ortamına gölge düşürme potansiyeli taşıyor. Bazı araştırmacılar bu olguyu ekonomik krizin tetiklediği problemler sebebiyle ortaya çıkan kimlik krizi ve yabancı düşmanlığının bir parçası olarak açıklıyor. Ama sonuç değişmiyor: Batılı ülkelerin genelinde İslamofobi yükselişte.
Söz konusu yükseliş, bir süre önce Hz. Muhammed’i (sas) hedef alan ‘Müslümanların Masumiyeti’ isimli film ve ona karşı İslam dünyasında ortaya çıkan manzara ile farklı bir boyutu gündeme getirdi. Filmin yapımcı ve finansörleri, karanlık ilişkileri olan insanlardı ve film 11 Eylül’ün yıl dönümünde, dahası ABD başkanlık seçimlerinin hemen öncesinde dolaşıma sokulmuştu. İslamofobinin kullanışlı bir siyasi araç olarak üretilmesi ve uygun zamanda sahneye sürülmesi, dikkatleri paranoyayı üreten ilişkiler ağına çevirdi. Filmle ilgili tartışmalar etkisini kaybetse de İslamofobi olgusu Batılı sosyal bilimcileri ve politikacıları endişeye sevk ediyor. Çünkü, tabii süreçler içinde gelişen bir sosyal gerçeklik değil İslamofobi. Bilakis, milyonlarca doların döndüğü ‘İslamofobi Endüstrisi’ diyebileceğimiz bir pazardan ve bunu iş edinmiş aktörlerden bahsediyoruz. Mücadele etmek için önce bu endüstrinin aktörlerini tanımak gerekiyor.
2001’deki İkiz Kuleler ve Pentagon saldırısı İslamofobi endüstrisinin en kullanışlı malzemesi oldu. 1995’teki Oklahoma City bombalaması da (sağ üstte) gerçek fail yakalanıncaya kadar bu amaçla kullanıldı.
Washington merkezli Center For American Progress (CAP) adlı düşünce kuruluşunun “Korku şirketi: Amerika’da İslamofobi ağının kaynakları” raporu, bu endüstrinin nasıl bir ilişki ağı içinde çalıştığı ve finanse edildiğine dair önemli veriler sunuyor. Ağustos 2011’de açıklanan araştırma sonuçlarına göre, bazı vakıflar tarafından 2001-2009 yılları arasında İslam karşıtı düşünce kuruluşlarına tam 42,6 milyon dolar aktarıldı. Bu meblağ ‘Şeriatın Amerika’daki özgürlükler için ölümcül bir tehdit olduğu’ yönündeki dezenformasyonu bilimsel gerçekmiş gibi takdim etmek üzere kullanılıyor. Daha sonra bu malzeme aktivistler, medya organları ve bazı siyasetçilerden oluşan halka tarafından propaganda aracına dönüştürülüyor. Obama’ya yakınlığı ile bilinen düşünce kuruluşu CAP, nefret zincirinin halkalarını ve toplumsal barış için nasıl bir tehlike arz ettiğini 130 sayfalık raporunda gösterdi. Norveçli ırkçı katil Anders Breivik, manifestosunda bu halkadan Robert Spencer ve onun ‘Jihad Watch’ adlı bloguna 162 kez atıf yapmıştı. Bu da tehlikenin boyutları hakkında bir fikir veriyor.
Breivik’in katliamına ilham veren İslamofobik kampanyalar, Amerikan toplumunda da etkisini gösteriyor. Geçen Ramazan’da İllinois eyaletinde silahlı bir saldırgan, namaz esnasında camiye ateş etti. California’daki bir camiye silahla giren bir başka saldırgan ibadet edenleri öldürmekle tehdit etti. Yakınlarda, New York metrosunda bir Hintli göçmeni raylara iterek öldüren kadın, cinayeti Müslümanlardan nefret ettiği için işlediğini itiraf etti. Şahsı Müslüman’a benzettiği için iten kadın, nefret suçu kapsamında yargılanacak. FBI raporları, Müslümanlara karşı nefret suçlarında ciddi artış olduğunu gösteriyor.
‘Korku Şirketi’ raporunu hazırlayan ekipten CAP politika analisti Mathew Duss, raporun Müslümanlar hakkında histeri oluşturmak üzere organize çalışıldığını göstermede önemli rol oynadığını belirtiyor. Duss, küçük bir azınlığı oluşturduğu için pek çok Amerikalının Müslümanlar ve İslam’la temas içinde olamadığının altını çiziyor. Sadece haberlerde gördükleri kadarıyla ve çoğunlukla şiddetle ilintili hadiseler vesilesiyle bilgi sahibi olabiliyorlar. Bu yüzden Müslümanlar hakkında olumsuz şeyler düşünmeye meyilliler. CAP’in raporunun buna işaret etmek için de hazırlandığını vurgulayan Duss, metne yapılan atıflarla ilginin devam ettiğini belirtiyor.
7 büyük vakfın milyonlarca dolar aktardığı düşünce kuruluşları ve organizasyonları aşırı sağcı yazarlar yönetiyor. Bunlar İslam hakkında yanlış ve önyargılı malzeme yığınını gerçekmiş gibi servis ediyor. Malumat yığını, oy peşindeki aşırı sağcı veya Cumhuriyetçi politikacılar tarafından siyasi retoriklerini desteklemek için kullanılıyor.
Michigan Üniversitesi Tarih bölümünden Juan Cole, Amerika’daki İslamofobik çevrelerin 4 ayrı merkezi olduğunu vurguluyor. Müslümanlarla ‘insanların ruhlarını kurtarma’ konusunda yarış içinde olan Evanjelik ve fundamentalist Hıristiyanlar önemli rol oynuyor. Komünizmin çöküşünden sonra korku siyasetlerinin merkezine İslam’ı yerleştiren bazı Cumhuriyetçi politikacılar diğer merkezi oluşturuyor. Onları destekleyen sağ görüşlü zenginlerin yanı sıra sağcı Siyonist gruplar da İslam karşıtlığı üreten odaklardan. Siyonist gruplar, İslam karşıtlığını Filistin meselesiyle ilgili kampanyaların parçası olarak görüyor. Bunlardan bazıları Pamela Geller’in Atlas Shrug’ı gibi her gün İslam’a saldıran web siteleri hazırlıyor. Juan Cole, 4 grup içindeki bazı unsurların Müslümanları provoke etmek için çekilen ‘Masumiyet’ komplosuyla bağlantılı olabileceğine işaret ediyor.
The American Muslim dergisinin kurucusu ve editörü Sheila Musaji, İslam karşıtı çevrelerin birbirleriyle irtibatını yakından takip etmesiyle tanınan bir isim. Musaji, Hz. Muhammed’e (sas) iftiralarla dolu filmi çekenler hakkında ilginç ayrıntılara dikkat çekiyor. Çekimde rol alan Media for Christ adlı kuruluşun mali kayıtlarına göre 2007’de 65 bin dolar olan geliri, 4 yıl sonra 1 milyon doların üzerine çıkmış. 2010 ve 2011’deki ani ve sıra dışı artışın nasıl olduğu bilinmiyor.
Evanjelik Hıristiyan bir kuruluş olan Media for Christ’in sahibi Mısır asıllı Amerikalı bir Kıpti olan Joseph Nasralla Abdelmasih. Bu kuruluşun başında bulunan ve aynı firmaya ait televizyonda ‘Uyan Amerika’ adlı program yapan Steve Klein, söz konusu filmi çeken ekibin içinde adı geçen başka bir isim. Ekstremist bir Evanjelik olan Klein, İslamofobi şebekesinin medya ayağındaki çok önemli isimlerden Pamela Geller’in web sayfasına ve Robert Spencer’in Jihad Watch (Cihat İzleme) adlı bloguna düzenli olarak yazı gönderiyor. Aynı isimlerin, nefret kuruluşu SIOA’nın (Stop İslamization of America - Amerika’nın İslamlaşmasını Durdurun) New York’taki cami karşıtı gösterilerinde de ön saflarda yer aldığı biliniyor.
Steve Klein, ‘Masumiyet’ filmini Amerika’nın 50-60 sene içinde ne hâle geleceği konusunda insanları uyarmak için çektiklerini ileri sürüyor. Ona göre, nüfusun yüzde 10’una erişecek olan Müslümanların durdurulması gerekiyor. İslam’ın bir kanser olduğunu iddia eden Klein, filmle ilgili yanıltıcı bilgileri de veren şahıs. Zaten yapımcı diye lanse edilen Sam Bacile’in Yahudi olduğu, filmin de Yahudi bağışçıların parasıyla çekildiği söylenmişti. Klein sonradan bunun doğru olmadığını, Bacile’in bir takma isim olduğunu itiraf etti. Sheila Musaji, filmin Yahudilere mal edilmesinin de planın parçası olduğuna dikkat çekiyor.
Uluslararası koalisyon var
Musaji, şebekenin elemanlarını takip etmenin her zaman kolay olmadığını söylüyor. Çünkü sık sık isim değiştiriyorlar. Bazen takma isimlerle ortaya çıkıyorlar. Çok hızlı yeni kurum ve örgütlenme içine giriyorlar. Sadece Amerika’da değil, uluslararası boyutta da yeni koalisyonlara gidiyor, organizasyonlar oluşturuyorlar. En dikkat çekici olanı geçen yıl SION adıyla kuruldu. Ocak 2012’de Stop Islamisation of America ile Stop Islamisation of Europe birleşerek Stop Islamisation of Nations (SION, Ulusların İslamlaşmasını Durdurun) adlı koalisyonu kurdular. Musaji, yönetim kurulunda adı geçen Ali Sina adlı şahsın, aynı dönemde, Hz. Muhammed hakkında film yapılmasının zamanı geldiğine dair yazılara başladığına dikkat çekiyor. Şebekenin tanınmış figürlerinden Pamela Geller da projenin öneminden bahsedip herkesi projeye destek olmaya çağırmış.
İslamofobinin Avrupa’da da önemli sorun hâline geldiğini hatırlatalım. Stop Islamisation of Europe (SIOE, Avrupa’nın İslamlaşmasını Durdurun) grubu ilk olarak Danimarka’daki karikatür krizi sırasında ortaya çıkmıştı. Ardından Avrupa’da çapında örgütlenmeye ve eylemlere girişen grup, amacını “İslam’ın Avrupa’da baskın bir siyasi güç olmasını engellemek” diye açıklıyor. Müslüman ülkelere boykot çağrıları yapan grup, Avrupa’daki İslam karşıtı çoğu eylemin başaktörü. Avrupa’da pek çok ülkede ‘Stop Islamisation of’ çağrısını, politikalarının merkezine koyan kişi ve kuruluşlar mevcut. İslam karşıtı ve yabancı düşmanı fikirleriyle tanınan Hollandalı aşırı sağ siyasetçi Geert Wilders bunlardan biri. Kendi İslam algısını aktardığı ‘Fitne’ filmiyle tartışmaların odağına yerleşen Wilders, İslam’dan nefret ettiğini açıkça dile getiriyor. Daniel Pipes’in yönettiği Middle East Forum üzerinden, Wilders’ın politik faaliyetlerine destek olmak üzere fon aktarıldığı da biliniyor. Bu destek, Avrupa ve Amerikalı İslamofobik çevrelerin finansal bağlantılarını da gösteren dikkat çekici bir örnek.
Yıkılan ikiz kulelerin yakınına yapılacak kültür merkezi, içinde mescit olacağı için ‘cami’ diye lanse edildi ve protestolara maruz kaldı.
İslam’a Fransız bakışı
İslam karşıtı kampanyaların hükümetler nezdindeki etkisini gözlemek içinse Fransa iyi bir örnek. Fransa’daki peçeli kadın sayısı bini geçmezken peçe yasağına gerek görülmesi paranoyanın boyutu hakkında fikir veriyor. Geçen yıl yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre Fransızların yüzde 43’ü cami yapımına izin verilmemesini istiyor. Yüzde 60’lık kesim İslam’ın toplum üzerindeki etkisinin çok büyük olduğuna inanıyor. 2011 verilerine göre, İslamofobik vakalarda yüzde 42’lik artış var. Sadece aşırı sağcı değil, merkez politikacıların da İslam karşıtı söylemlerden etkilenmesi ciddi probleme işaret ediyor.
Sheila Musaji’nin verdiği bilgilere göre, 2012’de Amerika ve Avrupa’dan 6 önemli İslamofobik kuruluş küresel müttefik olduklarını ilan etti. 4 Ağustos’ta Stockholm’de ilk buluşmalarını gerçekleştiren müttefikler, kampanyalarını yönlendirmek üzere medya bağlantılı bir mekanizma geliştirme kararı aldı. İttifak mensupları, retoriğin ötesinde pratik adımlar atılması kararına vardı. Musaji, ‘pratik adımlar’dan kastın filmler olduğunu düşünüyor. Zaten aynı yılın temmuz ayında filmin tanıtım fragmanları internette dolaşıma sokuluyor. Küresel müttefikler ikinci buluşmalarını 11 Eylül 2012’de New York’ta ‘İfade özgürlüğü’ kongresinde gerçekleştirdi. 11 Eylül’den bir hafta önce de filmin yapım ekibinde adı geçen Morris Sadek fragmanları Arapçaya çevirerek Mısır’daki bir TV kanalına, aktivistlere ve gazetecilere servis etti.
Libya’daki elçilik saldırısından sonra Daniel Pipes, Robert Spencer, Pamela Geller gibi İslamofobi şebekesinin aktörleri filmle ilgileri olmadığını açıklama gereği duydu. Musaji, daha önce yazdıkları gerilim artırıcı yazıları olaydan hemen sonra sildiklerini tespit etmiş. Hatta bazıları hedef saptırmak için bunun bir Selefi komplosu olduğunu bile ileri sürmüş. Musaji, olayların kışkırtılmasında sorumluluğu olanların bulunabileceğini söylüyor ve ekliyor: “Bu olaylar esnasında komplo, nefret suçu, şiddete teşvik, İslamofobi, psikolojik terörizm gibi pek çok fiil işlenmiştir.”
Daniel Pipes, yazdığı bir makalede Batılı editör ve yayın yönetmenlerini Hz. Muhammed (sas) hakkında her gün bir karikatür yayımlamaya çağırıyor. Pipes, “Biz kutsal inekleri (Hinduların kutsalını kast ediyor) hamburger yapıyoruz, Müslümanların bu gerçeğe alışması lazım.” şeklindeki müstehzi ifadesiyle, Müslümanlara kendi kutsallarının ifade özgürlüğü yanında bir değeri olmadığını hatırlatıyor. Ana akım medyanın yayın editörleri bu dâhiyane(!) fikri ne kadar ciddiye alır bilinmez ama bazı çevreler ‘İslam tehdidi’ efsanesiyle mücadele adına durumdan vazife çıkarmaya devam ediyor.
Los Angeles Times’in haberine göre, iki farklı yapımcı yeni filmler çekmek için harekete geçmiş bulunuyor. Bunlardan biri Mosab Hassan Yousef adında Filistinli bir Hıristiyan. Diğeri ise SION’un yönetim kurulu üyelerinden, Ali Sina isimli İranlı bir ateist. Daniel Pipes, kendi web sayfasında İmran Firasat adında İspanya’da yaşayan irtidât (dinden çıkma) etmiş bir Pakistanlının da böyle bir hazırlık içinde olduğunu müjdeliyor! Filmin bu yıl 4-5 farklı dilde gösterime girmesi planlanıyor.
CAP’in raporuna göre Pipes, İslamofobi şebekesinin ikinci bir halkası olan ‘yanlış bilgilendirme uzmanları’ grubunun tanınmış bir figürü. Bu grubun yönettiği düşünce kuruluşları, vakıflardan aktarılan milyonlarca doları gerçekleri kasıtlı olarak çarpıtmak için kullanıyor. Söz konusu rapor, Amerika’nın gündemini kirleten İslam karşıtı mesajların çoğunu üreten kuruluşların başındaki Frank Gaffney, David Yerüshalmi, Daniel Pipes, Robert Spencer, Steven Emerson gibi kilit önemde beş isme dikkat çekiyor. Bu kişiler, Amerikan toplum ve siyaseti üzerinde büyük etki sahibi olmakla övünüyor. Fakat bu etki onların araştırmalarının bilimsel inandırıcılığından değil, raporda sözü edilen 7 vakıftan aktarılan paranın artmasından kaynaklanıyor. Böylece, yönettikleri organizasyonlar aracılığıyla Amerikalı Müslümanlar ve İslam hakkında mitler üretip korku tacirliği yapabiliyorlar. Rapor, korku tacirlerinin bilgi servis ettiği diğer halkalar hakkında da ayrıntılı bilgilerle dolu. Eagle Forum adlı düşünce kuruluşunun Amerika’daki Türk okullarını hedef gösterdiği de paylaşılan bilgiler arasında.
Histeri oluşturmak ve nefret söylemleri üretmek için neler yapıldığını Park51 olarak bilinen olayda somut olarak görülüyor. Park51, asıl adı Kurtuba Projesi olan kültür merkezinin kamuoyunda bilinen adı. Projenin başında, dinî aşırılıklarla mücadelede FBI ve diğer resmî birimlerle işbirliği yapmış Faysal Abdurrauf adında Kuveyt asıllı bir âlim yer aldı. Basketbol sahası, yüzme havuzu, kütüphane gibi bölümleri olan sosyal amaçlı külliyede mescit bulunması karşı kampanyanın başlamasına sebep oldu. ‘Sıfır noktası’ olarak bilinen ikiz kulelere yakın bir noktada yapılması planlanan proje, malum çevreler tarafından İslamofobik kampanyanın nesnesi hâline getirildi. SIOA inisiyatifinin kurucularından Pamela Geller, projeyi ‘sıfır noktası camii’ olarak adlandırdı. Projenin resmî makamlarca onaylanmasının ardından NY Times’da çıkan haberin başlığı ise ‘Dünya Ticaret Merkezi Camii’ diye kışkırtıcı bir ifade içeriyordu. Bir süre sonra SIOA ekibi, “9/11 Camii’ni durdurun” sloganlı bir kampanya düzenledi. Geller, 11 Eylül’ün yıl dönümünde söz konusu projeye karşı bir gösteri organize etti. Şubat 2011’de yine SIOA tarafından yayımlanan film “Sıfır Noktası Camii: 9/11 Saldırılarının İkinci Dalgası” adını taşıyordu. Kamuoyunun bu tarz bir kışkırtmaya karşı hassas olduğu dönemde yürütülen kampanyanın seyri, İslamofobik çevrelerin çalışma şekli hakkında fikir veriyor. Her şeye rağmen Kültür Merkezi’nin 2011’de hizmete açıldığını hatırlatalım.
İslamofobik şebekenin akıl almaz paranoyalarından biri de şeriat yasalarının Amerikan yargı sistemine sızdığı iddiası. Bu iddia ‘Society of Americans for National Existence’ adlı düşünce kuruluşunun kurucusu David Yerushalmi’ye ait. Yerushalmi, yabancı bir hukuk sisteminin Amerika’ya sızmasını engellemek amacıyla hazırladığı yasa taslağını eyalet senatoları için model göstermesiyle tanınıyor. 10’dan fazla eyalet senatosuna sunulan yasa taslağı bazı eyaletler tarafından dikkate alınmış. CAP raporu Texas, South Carolina ve Alaska senatolarındaki ilgili maddelerin Yerushalmi’nin taslağıyla benzerlik taşıdığını tespit ediyor. Yerushalmi’nin Amerika’da hangi camide hangi şeriatın uygulandığını gösteren bir harita çıkardığı da raporda yer alıyor.
CAP analisti Mathew Duss, Amerikan tarihini hatırlatarak ümitsiz olmadığını söylüyor: “Bu tarihimizde bir ilk değil. Geçmişte de bazı dinî ve etnik azınlıkların husumetle karşılaştıkları dönemler oldu. Mesela John F. Kennedy’nin Katolikliği 1960 başkanlık seçimi kampanyalarında konu edilmişti. Fakat biz her zaman bunları daha güçlenerek ve hoşgörü ve kapsayıcılık gibi Amerikan değerlerine daha bağlı kalarak atlattık.”
İslam karşıtı AFDI, İkiz Kuleler’in yanan görüntüsü üzerine tahrif edilmiş Kur’an ayeti monte ettiği yeni bir afişi geçen hafta dolaşıma soktu.
Dindarlardan ‘sosyal’ tavır
Müslüman olsun olmasın sivil toplum örgütlerinin kışkırtıcı bilgileri çürütmek ve Amerikalıları eğitmek için birlikte çalıştığını ifade eden Duss, Amerika’da ifade özgürlüğünün, ifade saldırgan bile olsa çok ciddiye alındığını, hükümetin işinin bunu sınırlamak olmadığını söylüyor: “Bu tarz ifadelerin hem hakikaten yanlış, hem de dinî hoşgörü gibi başka Amerikan değerlerini ihlal ettiğini göstermek CAP gibi sivil örgütlerin yapacağı bir iştir.”
Amerika’nın gücü ve etki alanı düşünüldüğünde, milyonlarca doların akıtıldığı bu endüstri elbette dünya barışını tehdit etme potansiyeli taşıyor. Endişelenmek için yeterince sebep yanında, Amerika’da ifade özgürlüğünün genişliği ve sivil toplumun gücü mücadelede önemli imkânlar sunuyor. Gerek Müslümanlar, gerekse bir arada yaşama idealini gerçekleştirmeye çalışan her dinden Amerikalı, sosyal medyanın imkânlarını da kullanarak nefret söylemiyle başa çıkmanın yollarını arıyor.
‘Americans Agains İslamophobia (İslamofobiye karşı Amerikalılar)’ bu amaçla bir araya gelmiş. Grubun Facebook sayfasının, yüzde 90’ı Amerikalı olmak üzere her dinden 100 bine yakın üyesi var. Grup, günlük gazete işlevi gören İslamophobiaToday.com adında eğitim amaçlı bir web sitesi hazırlıyor. Sitenin yöneticilerinden Jacob M. Hausner, küçük bir azınlığın eylemlerine odaklanan ve büyük Müslüman çoğunluğun bütün olumlu varlığını yok sayan İslam karşıtı propagandacılara eğitim ile karşı durmaya çalıştıklarını söylüyor. Hausner, İslamofobinin dünya barışı ve Amerikan toplumu için büyük tehdit olduğu görüşünde. Bunun sonuçları Amerika’da New York’taki Park51 Camii fiyaskosunda, Hz. Muhammed’e (sas) dair filmde olduğu gibi küresel ölçekte görüldü. Her ikisi de nefret ajanlarının bölücülüğü kışkırtan lüzumsuz provokasyonlarıydı. Hausner’a göre, İslamofobinin toplum açısından en yaygın tehdidi, kanunlara saygılı Müslüman vatandaşları marjinalize etme, ayrımcılığa ve bağnazlığa maruz bırakma noktasında kendini gösteriyor.
İslam ile ilgili kavramlara ve Hz. Peygamber’in kişiliğine yönelik dezenformasyon kampanyasına karşı insanları bilgilendirmek için sosyal meyda imkânlarını kullanan başka organizasyonlar da var. Bunlardan biri İslamofobik çevreler tarafından şiddet çağrışımlarıyla özdeşleştirilen ‘cihat’ kavramını doğru anlatabilmek için oluşturulmuş ‘MyJihad (Benim Cihadım)’ kampanyası. Amerika İslam İlişkileri Konseyi CAIR’in organize ettiği kampanya ile Müslümanların kişisel hayatlarında cihat kelimesine yüklediği anlamlar paylaşılıyor. CAIR’in otobüs reklamlarıyla devam ettiği kampanyanın etkisi İslamofobik çevreleri çok rahatsız etmiş olmalı ki, karşı kampanya gecikmedi. İslam karşıtı faaliyetleriyle bilinen AFDI’nin (Amerika Özgürlüğü Müdafaa Girişimi) yöneticisi Pamela Geller ve Robert Spencer’in mucidi olduğu yeni bir reklam kampanyası New York reklam panolarında yerini aldı. CAIR’in teşebbüsünü etkisizleştirmeyi, cihat kavramıyla ilgili negatif mesajı kitlelere ulaştırmayı hedefliyorlar. Reklam afişinde Bin Ladin’in resmiyle birlikte onun daha önce Amerika’ya ithafen yazdığı mektuptan bir cümle kullanılmış. “Sizi öncelikle İslam’a davet ediyoruz. Bu benim cihadım, seninki ne?” cümleleriyle diğer kampanyaya gönderme yapılıyor.
Müslümanların cihadı doğru anlatan reklamına malum çevreler Bin Ladin’le karşılık verdi.
Yeni plan, Kur’an üzerinden
Cihat kavramının zihinlerdeki olumsuz çağrışımlarının değişmesini istemeyen AFDI, geçen yaz New York metrosundaki büyük tepki toplayan ve Müslümanları ‘medeniyetsiz vahşiler’ diye yaftalayan reklam panolarını da finanse eden grup. AFDI ikiz kulelerin yanan görüntüsü üzerine, tahrif edilmiş Kur’an ayeti monte ettikleri yeni bir reklam afişini de geçen hafta dolaşıma soktu. Afişte Ali İmran suresinin 151. ayeti, bağlamından koparılıp ‘terör’ kelimesi zikredilerek kullanılıyor. Bu provokasyon, söz konusu ekibin niyeti hakkında düşündürücü bir örnek sunuyor.
Görüldüğü üzere, İslamofobik gruplar bulabildikleri her imkânı nefret mesajlarını kitlelere ulaştırmak için kullanıyor. Arkalarındaki devasa finansal güç, işlerini kolaylaştırsa da yalan ve çarpıtma üzerine kurdukları söylemlerini çürütmek zor değil. İslamofobi Endüstrisi kitabının yazarı Nathan Lean, sivil toplum örgütlerinin kampanyaları yanında kişisel olarak yapılabileceklerin önemine işaret ediyor. Müslüman karşıtı söylemlerin dillendirildiği ortamlarda bunun yanlış olduğunu yüksek sesle ifade etmenin barış içinde yaşamak isteyen herkesin sorumluluğu olduğunu hatırlatıyor. Lean, yapılabilecekleri şöyle özetliyor: “İslamofobik hisler güden liderleri oylarımızla tasfiye etmeli, onları fonlayan ve arkalayan gruplara baskı uygulamalıyız. Bu da, sivil haklarla ilgili çalışmaları olan gruplarla, barışı destekleyen ve nefreti önlemeye çalışan inançlar arası diyalog gruplarıyla iş birliği yaparak, yerel gazetelerde yorum sayfalarında makaleler yazarak, Müslüman arkadaşlar ve komşular edinerek, bilgi için doğru kaynaklara başvurarak, toplumun uzman olarak gördüğü, saygı duyduğu, eğitimli insanlardan daha fazla şeyler öğrenerek mümkündür.”
İslamofobik kampanyalar, Batılı toplumlarda telafisi zaman alacak sonuçlar üretmeden adım atılması gerekiyor. Henüz geri dönülemez bir noktada değiliz. Politikacıların, akil adamların ve kanaat önderlerinin, durumu ciddiye alıp uzun vadeli planlar üzerinde çalışması şart. Milyonlarca doların döndüğü İslamofobi pazarı nefret üretirken Müslümanların da dikkatli olması elzem. Malum çevrelerin sıradan Müslümanları bile ‘gizli cihadist’ olarak yaftaladığı bir ortamda İslam karşıtı kampanyalara bahane vermekten kaçınılmalı. İslami temsili olan kişi ve kuruluşların bu hayati sorumluluğu dikkate alması icap ediyor. Pek tabii bu ağın Amerika dışında, özellikle İslam ülkelerinde hangi organizasyonlarla işbirliği yaptığı, muhayyel bir şeriat tehdidine karşı ne tür bağlantılar kurduğu ayrıca merak konusu. Umarız işin bu tarafını da ortaya çıkaran güvenilir araştırmalar yapılır.