Değişim, insanın doğasında içkin olduğundan sürekli bir hareketlilik içindeyiz. Seyahat, göç, turizm, şehirleşme gibi olgular önemli ölçüde bunun tezahürü. Bu sayede medeniyetler kuruluyor, gelişiyor, evriliyor veya kaybolmaya yüz tutuyor. Dinamizmini kaybetmiş, değişime kapalı, farklılıklara tahammülsüz yapılar, eninde sonunda boyun eğme durumunda kalıyor.
REFORMASYONA KARŞI RESTORASYON
Türkiye, 1980’lerde Özal yönetiminde eski yapı ve ilişkileri tasfiye için deregülasyon ve deformasyon sürecini yaşadı ve 1990’larda yasal ve kurumsal reformasyon aşamasına geçti. Ne var ki, 1990’lar Türkiyesi'nin düşük entelektüel potansiyel ve kurumsal kapasitesi nedeniyle, dış dünyanın desteğine rağmen reformasyon sürdürülemedi ve 'eski'yi restorasyona döndü ve reformasyon AK Parti dönemine ertelendi.
'YENİ': REFORMLARDAN YILINCA KULLANILAN KAVRAMAK
Parti ile birlikte reformasyonu betimlemek için belki de hemen her yapı ve düzenlemenin başına 'yeni' tabiri eklenir oldu. Bunu sadece, sosyolojinin doğal yansıması olduğu kabul edilen siyasi partiler değil, tuhaf şekilde kurumlar da benimser oldu. Hatta Türkiye adının önüne bile sıfat olarak konulur oldu. Bu 'yeni' tutkusu veya merakı, belli ki mevcudun, eskinin veya geçmişin yetersiz, kötü, savunulamaz veya suçlanabilir olmasından kaynaklanıyor. Yani, mevcudu alıp onu iyileştirmek, geliştirmek, evirmek, üstüne koymak, biriktirmek veya iyi olana benzetmek yerine; eskiyi devirmek, yok etmek, reddetmek daha kolay, daha ehven veya daha iddialı geliyor galiba. Tarih benimle başladı gibi bir şey!
KENDİMİZİ DEĞİŞTİRMEYELİM AMA REFORM YAPALIM
Türkiye’nin bir buçuk asırdır izinden gitmeye çalıştığı Batı dünyasının kurumsal ve sosyolojik dönüşüm ve değişimini kendine özgü yollarla takip etmede izlediği yöntemin başarılı sonuç vermediği görülüyor. Yani kişisel olarak kendimizde, kurumlarımızda, düzenlemelerimizde, hayata bakışımızda veya olayları ele alışımızda bir eksiklik veya yanlışlık görmüyoruz.
Ama inanmadığımız halde kendimizi reforme etmeye çalışıyoruz. Kararsız bir haleti ruhiye var ortada.
Milliyetçilik, vatanseverlik ve dindarlık yönümüzün batıdaki gibi kapsayıcı ve kuşatıcı olmak yerine dışlayıcı, ayırıcı ve ötekileştirici olduğu kanısı batıda yaygın. Bir yandan 'Yeni Türkiye' diyoruz, diğer yandan eski Orta Doğu’yu istiyoruz. Bir yandan demokrasi diyoruz, diğer yandan hak ve özgürlüklerdeki genişlemeyi tehdit olarak algılıyoruz; çünkü değişimi yönetemiyoruz.
Eğer Türkiye, Anglo-Sakson veya Kıta Avrupası reform geleneklerinden birini içselleştiremiyorsa; acaba, kendi kültür örüntülerine uygun bir aydınlanma geleneği inşasına mı girişmeli? Bunun için kreşten başlayarak bir örgü mü geliştirmeli? Buna entelektüel sermayesi veya tahammülü yeter mi? Herkesin, sürekli arkasını kollamaktan önünü göremediği, ufka bakamadığı bir ortamda, ilerleme olabilir mi! Kızıl elması olmayan bir nesil nasıl hırs yapabilir, hedef koyabilir!
Doğuştan gelen etnik ve mezhepsel aidiyetlerden başka istinat noktaları kalmamış bir toplumsal örgü, kendi içinde barışık kalabilir mi veya dünyaya barışık bakabilir mi? TÜRKİYE, NEREYE!Türkiye, Özal ile heyecanla başlayıp sonra pörsüyen ama Erdoğan ile tekrar canlanan bir açılmacı strateji izliyor. Bunu hem yakın hem de uzak coğrafyalarımızda görüyoruz. Fakat bu siyasi ufkun ve açılımın mutfak kısmının yeterince hazır olmadığı anlaşılıyor. Kervan yolda dizilebilir, istim de arkadan gelebilir; ama bu tarzla iş yapmak enerjiyi kısa sürede tüketiyor.
Türkiye’nin aydını, iş adamı, ev hanımı, köylüsü ve şehirlisi… Her kesimi toplumsal karar alma, uygulama, kontrol ve değerlendirme süreçlerine katılmalı. Toplumun ortak iyisi için ağzı olan konuşmalı. Herkes, çorbada tuzunun olmasının değerli olduğunu hissetmeli. Başka türlü ortak geleceğimizi nasıl güçlendirebiliriz ki?
Prof. Dr. metin Toprak