10 ARALIK DÜNYA İNSAN HAKLARI GÜNÜ
Yayınlanma :
14.12.2020 16:21
Güncelleme
: 14.12.2020 16:21
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi de bunun bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye de resmi gazetede yayımlamış yani bu bildiriyi kabul etmiştir. Bildirinin dil, din, mezhep, ırk, renk, yaş, cinsiyet ayırımı yapmadan tüm insanların haklarının korumayı amaç edinmiştir. Çok kıymetli bulduğum 1. maddesi şu şekildedir : “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.” Aklın ve vicdanın olduğu yerde şiddetten söz edemeyiz. Ancak neden kapalı kapılar ardında çocuklar, kadınlar kimi zaman da erkekler şiddete maruz kalır? Ev içi şiddetin yaşandığı durumlarda ise eşler arasında “eşitlik algısının” olmadığını gözlemleriz.
Yasalara göre, kadın ve erkek eşittir. Bu eşitsizliği yaratan, bizim toplumsal cinsiyet algımızdır. Biyolojik cinsiyetimizden farklı olarak toplum tarafından verilen erkeklik ve kadınlık hakkında kültürel görüşler, inanç sistemleri, imajlar ve beklentilerle yapılanan bir kavramdır toplumsal cinsiyet. Kültürden kültüre ya da zamana, çağa göre değişkenlik gösterir. Örneğin ilk kez kadınlar ne zaman pantolon giymeye başlamışlardır biliyor musunuz? 1851 yılında. Çünkü toplumsal cinsiyetin o zamana kadar kadınlara dayattığı kural yalnızca etek giymekmiş. Yani etek giymek kadınlar için adeta değişmez bir kural gibi görülmekteymiş. Elizabeth Smith Miller, 1851 yılında Amerika’da kamuya açık bir yerde ilk kez pantolon giymeye başladıktan sonra bu kural değişime uğramış.
Birçok kültürde kadın ve erkek davranışları tek tipmiş gibi gösterilmiştir. Kadınların çalışmaması, okumaması, yalnızca çocuk doğurması ve eş olması gibi kurallar alışılagelmiş ve değişmez kurallarmış gibi yerleştirilmeye çalışılmış. Yine aynı şekilde erkek güçlüdür, evin reisidir, ağlamaz öyle değil mi? Peki siz ağlamayan bir erkek bebek gördünüz mü? Küçücükken kilolarca ağırlık kaldıran bir erkek çocuk? Yemek yapmak yalnızca kadınlara özgüyse ve erkeklerin yemek yapması onları kadınsı bir hale getiriyorsa, neden ülkenin her yerinde erkekler mangal başında et pişiriyor? Bu arada yemek yapamayan kadın yok mu? Ya ünlü erkek aşçılara ne demeli? Aslında toplumda kadına ve erkeğe dayatılan kuralların hiçbiri değişmez ve vazgeçilmez değil.
Hatta hepsi son derece sorgulanabilir ve kırılgan. Bu kuralları olduğu gibi kabul edip kadınları erkeklerden aşağıda kabul ettiğimizde ise aslında şiddetin kapısını aralıyoruz. Çünkü eşitimiz olan bir kimseye sesimizi yükseltmez, elimizi kaldırmaz, hakaret etmez ya da onu aşağılamayız. Oysa kendimizi karşımızdakinden doğuştan ya da sırf farklı bir cinsiyete sahip olduğumuz için üstün görüyorsak, karşımızdakinin hiçbir şeye hakkı olduğunu düşünmeyiz. Yani kendini erkek olduğu için üstün gören biri aslında kadın susmalı, bu yüzden ona vurabilirim diye düşünüyor olabilir. Erkeğin karısını dövmeye hakkı vardır; çünkü kadından üstündür şeklinde bir algısı olması mümkündür. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi başlangıç kısmında kadın ve erkeklerin hak eşitliğine ilişkin özel bir vurgu yapıyor.
Yıllarca şiddet görmüş bir müvekkilim vardı. Boşanma kararı aldığında tam 60 yaşındaydı. Hayatı boyunca çalışmış, evlere temizlik yapmaya gitmişti. İki yetişkin çocukları vardı. Bundan sonraki kısmı onun sözlerinden alıntılamak istiyorum: “ Gençlikte cahildir diye kocamın anlamasını bekledim. Başlarda önce sen kadınsın sus derdi. Sonra bağırmalara başladı. Oysa çalışmayıp tembellik ettiği zamanlarda bile benim paramla geçiniyorduk. Kadın çalışmaz diyerek bunu da ar ederdi. Ezilmesin diye ses etmez, paramın hepsini ona verirdim. Bir süre çalışmama da izin vermedi.
Baktı kendi baş edemeyecek, yardım istemeyi de erkeğim diye kaldıramadı. Bir şekilde yeniden çalışmaya başladım. Öfkesi dinmedi. Yine döverdi ama çalıştığım için görünmeyen yerlerime vururdu. Çocuklar büyüdükçe dayağı kesilir oldu. Zaten sadece aylaklık ediyordu. Ben 60 yaşında hala temizliğe gidiyorum kızım. Çalışmak da ayıp değil, beraber geçinip gitmekte de erkeği utandıracak bir şey yok. Dünya değişti ama bizim bey bunu bir türlü anlamadı. Bir gün Cumartesi işe gideceğimi söylememe rağmen yaşlılıktan olsa gerek unuttu. Döndüğümde kapıdan girer girmez yumruk attı bana. İlk defa yüzüme vurdu. Her zaman çok utanıyordum ama artık gizleyecek halim de kalmamıştı. Dişim döküldü, elime düştü. Sadece yüzümü yıkamaya gitmek istedim. Döneyim yine döv dedim. Beni bırakmadı. Dövmeye devam etti. Çalıştığım yerdeki kadına mesaj attım gel beni bunun elinden al diye. Bu yaşa geldik diye onu idare ettim ama hayatımın geri kalanında da bu adama bakmayı kaldıramayacağımı fark ettim. Boşanmaya karar verdim.”
Bu acı hikayede kadın aslında her zaman kendi değerinin farkında olmuş. Eşini de ezmeyecek kadar yücegönüllü ve kazandığı tüm parayı paylaşacak kadar fedakarlık etmeyi göze almış. Eşi ise onu anlamayı, dinlemeyi seçmek yerine sırf erkek olduğu için üstün olduğuna inanmayı sürdürmüş. Elbette bunda kültürün, çevrenin ya da belki ailesinde yaşamış olduğu muhtemel şiddetin etkisi göz ardı edilemez. Ancak döngüleri kırmak bizim elimizde ve esas güçlü olmayı gerektiren şey ise değişimi göze almaktır. Fiziksel şiddet, güçlülerin değil; zayıfların işidir. Kendini ifade edemeyen, aşağıda gören ve bunu kaldıramayan insan, fiziksel şiddete başvurur. Üstünlüğü zor kullanarak sağlamaya çalışmak eşitlik getirir mi? Eşitliğin olmadığı yerde gerçekten sevgi den söz edilebilir mi?
Amca bana dava boyunca çok yalvardı. Eşini çok sevdiğini, çok parasız zamanlar geçirip utancından ne yapacağını bilemediğini, çok pişman olduğunu söyledi sonralarda. Hatta canına kıymak dahi istediğini, eşini çok özlediğini söylüyordu. Teyze ise yıllarca çektiği acılardan artık bir damla dahi gözyaşı akıtacak halde değildi. Teyze bana sordu ve ben de en azından dinlemekte bir sakınca olmayacağını söyledim. Sonra beni aradı ve iyi ki seni dinlemiş de gitmişim dedi. Amca evine dönmesi için yalvarmış ve eklemiş asla tekrar çalışmayacaksın, sadece benim işlerimi yapacaksın, ben çamaşır, bulaşık yıkıyorum bu yaştan sonra demiş meğer ona. Yıllarca kafasında oturmuş toplumsal cinsiyet algısı altı aylık boşanma davasında değişememişti tabii ki.
Adam hala kendini kadından üstün görüyor ve ikisinin eşit olduğunu, özür dilemesi gerektiğini, ona şiddet uygulamaya hakkı dahi olmadığını fark edemiyordu. Olay günü acilden darp raporu alınmıştı. Kısa zamanda boşanma kararı verildi. Gerekçeli kararı almaya gittiğimizde bu yaştan sonra baştan başlanır mı diye yakınmaya devam eden taraf, erkek tarafıydı. Kadınların, erkeklerin malı olmadığını ve hayatta her zaman baştan başlanabileceğini gösteren, örnek bir davaydı bu benim için. Bu hikayede güçlü olanın ve kendi için gerçek bir başlangıç yapma cesaretini göstermiş olanın kadın olduğunu söylememe gerek bile yok sanırım. Oysa bize toplumsal cinsiyet rolleri, erkeğin kadından güçlü olduğunu söyler öyle değil mi?
Yazımı Japon Toshiko Kishida’nın sözleri ile tamamlamak istiyorum: “Eğer erkekler fiziksel olarak daha güçlü oldukları için kadınlardan üstünse o zaman hükümeti neden Sumo Güreşçileri yönetmiyor?”
Yorum Yazma Kuralları
Lütfen yorum yaparken veya bir yorumu yanıtlarken aşağıda yer alan yorum yazma kurallarına dikkat ediniz.
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına aykırı, suç veya suçluyu övme amaçlı yorumlar yapmayınız.
Küfür, argo, hakaret içerikli, nefret uyandıracak veya nefreti körükleyecek yorumlar yapmayınız.
Irkçı, cinsiyetçi, kişilik haklarını zedeleyen, taciz amaçlı veya saldırgan ifadeler kullanmayınız.
Türkçe imla kurallarına ve noktalama işaretlerine uygun cümleler kurmaya özen gösteriniz.
Yorumunuzu tamamı büyük harflerden oluşacak şekilde yazmayınız.
Gizli veya açık biçimde reklam, tanıtım amaçlı yorumlar yapmayınız.
Kendinizin veya bir başkasının kişisel bilgilerini paylaşmayınız.
Yorumlarınızın hukuki sorumluluğunu üstlendiğinizi, talep edilmesi halinde bilgilerinizin yetkili makamlarla paylaşılacağını unutmayınız.
Yorumlar
Kalan Karakter: