Her seferinde yazmak istedimse de vazgeçmek zorunda kaldım. Hissettiklerimi dile getirecek cümleleri kuramıyordum çünkü. Edebiyat dergilerine göz attım. Bu şiiri birileri mutlaka görmüştür, diye düşünüyordum. Ne yazık ki oradan da eli boş dönmüştüm. Belki bir yerlerde saklı kalmış bir değerlendirme vardıysa da ulaşamamıştım. “Hiç olmazsa…” diyerek ürkek bir tecâsür ile çekine çekine kenarında gezinmeye başladım.
Hz. Peygamber aşkını su üzerinden anlatan Fuzulî’nin kasidesi, çöl gibi kavrulan yüreklere düşen yağmur taneleri gibi gelirdi. Kızgın zemine düşen su damlasının sesini hissettirirdi. Ama suyu, su olarak değil, vasıta olarak ele alıyordu Fuzuli. Edebiyatımızda su üzerine yazılan şiirlere elimdeki imkânlar ölçüsünde göz gezdirdim. Ondan başka suyun hakikatini, şu kevnü-fesat âlemindeki vazifesi ve yerini ele alıp, şiirin müsaade ettiği nispette mukayese eden bir manzumeye rastlayamadım. Mütehassıs şair gönlü, serinlemek için suya temas ediyor, kendisini aradan çıkartarak suya -tabir yerindeyse- ihlâsla bakmayı denemiyordu. Ya da kendi duygularını ifade için suyu konuşturuyor, suyun kendisine neler söylediğini dinleme gereği duymuyordu.
Felsefe ile münasebeti, tasavvufi bakış ve mücerret düşünce derinliği, hassaten ömrünün son demlerinde daha bir manevileşen haliyle merhum Üstad Necip Fazıl, birbirinden bağımsız sekiz beyit yazmıştı su üzerine. “Kâinatta ne varsa suda yaşadı önce;/ Üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce.” beyti gibi, “İnsanlar habersizken yolların verâsından,/ Gökle toprak arası su şaşmaz mecrâsından.” beyti; “Su kesiksiz hareket, zikir, ahenk, şırıltı;/ Akmayan kokar diye esrarlı bir mırıltı.” ve daha ziyade, “Kâh susar, kâh çırpınır, kâh ürperir, kâh çağlar;/ Su, eşyayı kemiren küfe ve pasa ağlar.” beytinde bizim şiirin semtinin yakınlarından geçmişti.
Belki ortamın inanç, kültür ve düşünce tarzlarına tesirinden, belki de şiire bakıştaki farktan ya da ilhamların dalga boyundan kaynaklanıyordur bizim şiir mecramızda suyun bambaşka akışı…
Mesela “Aslında her münâcat bir şiir, her şiir de bir münâcattır.” cümlesini hatırımızda tutalım. Sonra “Sonsuzluk düşüncesiyle yeşerip, kalbin kanatları ve ruhun gücüyle her zaman saf düşüncenin semalarını kollayan bir şiir, ilimler gibi pozitif düşünceye fazla itibar etmez. O, müşahhasla sadece bir vasıta olarak meşgul olur. Onun bütün hedefi mücerredi bulup onun vesayetinde bitmeyen bir yolculuk gerçekleştirmektir.” perspektifini dikkate alalım. Sonra Kırık Mızrap’ın “Hüzün İklimi” bölümündeki “Su” şiirini dikkatlice okumaya başlayıp, görelim:
Yatağında akan müşahhas hakikati ile su, şiirdeki mücerret hakikat arasında nasıl ruh-beden bütünlüğüne ulaşarak hayat buluyor! Hayat ile su arasındaki münasebete dikkatlerimizi çeken ayetin hakikati ile “Sen olmasaydın eflâkı yaratmazdım” sözünde ifade edilen Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) Âdemoğlunun yaratılış sebebi olma hakikati nasıl yan yana geliyor… Oradan Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) izinden giderek ölü kalpleri ihya için çırpınacak dava erlerine ne mesajlar ulaştırılıyor…
Yazının sonuna geldik ama şiire giremedik. Başta denildiği gibi bu yazı sadece “ürkek bir tecâsür”. Şiir ile onun gizli hazinelerine dalmak isteyen uyanık okurların arasına girmek değil maksadı. Sadece buluşturmak…