İlkini sorunun görünen üç tarafı dışında dördüncü taraf, yani “iyi saatte olsunlar” Habur olayı ile sabote etti; İstanbul medyasında köşe başlarını tutmuş bu görünmez varlıklar (derin ecinniler) on binlerce kişi “çocuklarımız evlerine dönecekler, barış gelecek, ölümler sona erecek” diye bayram havasında Habur’a akın edince, medya ecinnileri bu insanî sevinci “Kürtlerin Türklere karşı kazandığı zafer gösterisi” olarak verdi, her şey bir anda bozuldu. Silvan, Reşadiye vb. olaylar medya ecinnilerinin şeytanî yöntemle gerçekleştirdiği provokasyonun askerî sonucuydu, Habur’dan bu yana 1.500 kişi daha hayatını kaybetti.
Oslo görüşmelerinden sonra “İmralı görüşmeleri” başladı. Başarı sağlanırsa “müzakere”ye geçilir, anlaşma sağlanır, ortaya çıkacak yol haritası takip edilir. Takip edebildiğim kadarıyla görüşmelerde ele alınan konular, mutabakata varılması muhtemel maddeler, umut verici. Zamanı gelince bunlar üzerinde tek tek durulur. Ancak şu anda anlaşma için hem “irade” belirmiştir, hem iç siyasi gelişmeler, bölgesel yeni durum ve küresel güçlerin isteği, Türkiye’yi Kürt sorunu konusunda anlaşma ve uzlaşmaya zorluyor.
“Türkiye” kavramı içinde PKK da var. PKK da anlıyor ki, Marxist-sol türü silahlı mücadele artık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Baasçı rejim, komün toplum projesi ve en azından “bu aşamada Birleştirilmiş Bağımsız Kürdistan” içinden geçtiğimiz konjonktürün dışında kalıyor. Türkiye’nin himayesine verilmek istenen Kuzey Irak ve Kuzey Suriye “Bölgesel Kürt Yönetimi”, eğer bir anlaşmaya yanaşmayacak olursa, dış Kürtleri de Türkiye’nin yanında PKK’nın aleyhinde bir blokta toplayacak.
Orta ve uzun vadede Kürt meselesi nasıl şekil alır? Yol haritasını ABD ve Batı çizip bölge ülkeleri (Türkiye, Suriye, Irak ve İran ile 25 milyonluk Kürt halkı) kendi aralarında konuşup hak, adalet ve hakkaniyete göre bir çözüm üzerinde mutabakata varmadıkları sürece, her çözüm hem Türk, Arap, Kürt ve Fars halklarının, hem Kürtlerin aleyhinde olacak. Bunda tereddüt yok, ancak bu şimdi konuşacağımız bir konu değil. Bugün Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sesine kulak verme günüdür: “Konuşmaması gereken bazıları konuşuyor. Susun!” diyor.
Bu anlamlı ve şifreli bir uyarıdır. Sonuna kadar Sayın Gül’ü haklı buluyorum, tam zamanında uyarısını yapmıştır. Çünkü İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşmelerin yapıldığı açıklandıktan hemen sonra Hakkari’de kalabalık bir PKK grubu saldırı yaptı, Paris’in göbeğinde üç önemli PKK kadın elemanı öldürüldü. Bunların, süreci sabote etmeye matuf “provokasyonlar” olduğu açık, iddia edildiği gibi “örgüt içi infaz” olsa bile, infazın zamanlaması “görüşme süreci”yle ilgilidir.
Biliyoruz ki süreci sabote etme yöntemi sadece silahla da olmaz. Yazı ve konuşma ile de olur. Gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında son derece usturuplu, analizmiş gibi görünen, suret-i haktan yana yorum intibaını veren öyle rafine provokasyonlar yapılır ki, süreci asıl bunlar baltalar. Mesela tam bu aşamada ister Sayın Başbakan’ı ister Abdullah Öcalan’ı aşırı biçimde övmek, sorunun yegane anahtarı ilan etmek, onları askerî rütbelerle taltif etmek veya kült değeri olan sıfatlarla yüceltmek provokasyonun ta kendisidir.
Bu ülkede kan akıyor. 30 senedir ocaklara ateş düşüyor. Bu kanın en büyük müsebbibi olan 12 Eylülcüler, 1990’ların üstünü örten karanlıklar henüz konuşulmadı. Bugün konuşmayalım. Şu anda kanın durmasından daha önemli şey yoktur. Bırakalım, ilgililer görüşsün, kendi aralarında konuşsun, ortaya çıkacak somut şeyler üzerinde sonra bol bol konuşuruz. Provokasyonlara, ama en çok süblimasyonlar yoluyla yapılan rafine provokasyonlara karşı teyakkuz halinde olalım.
Ne güzel buyurmuş Efendimiz (sas): “Ya hakkı konuş, ya sus!”