Dışarıda açlık, sefalet ve çatışma sürüyordu. Mogadişu'daydık. Yardım kuruluşları ve gönüllü doktorlarla birlikte Ramazan'da yiyecek dağıtmaya gelmiştik. Birbiriyle savaşa tutuşan tarafların çözüm için açlık grevi yapması mesela burada, insanların açlıktan öldüğü bir yerde söz konusu olamazdı. Böyle bir ortamda oruç tutulmasına ise ilk kez tanık oluyordum. Her lokmanın şükrü eda ediliyordu. Bir önceki yemeklerden kalan artıkları birleştirmek suretiyle yapılıyordu sahur ve herkes yine de doyuyordu.
Bu büyük bir nimetti sahiden. İç bölgelerden göç edip gelenler bir lokma yiyecek veya temiz su bulabilmek için günlerce yürümüşlerdi. Şimdi kaldıkları çadır kamplarda çocuklarını gömecek toprağı dahi aramak zorundaydılar. Bir gıdım toprağı, bir yudum suyu...
Dışarıda böylesi çetrefil bir hayat varken, insanları birbiriyle çatıştıran kan dökücüler de boş durmuyordu. Canlı bomba tehlikesi yüzünden binaların önünde kimse bir arada duramıyordu. Biz ise bu koşullarda en rahat, en sıcak, en güvenilir yerde, ‘içeride'ydik o gece. Sahura dek başımızı sokacak bir oda bulmuştuk. Fakat başkaları böylesine sefalet ve risk içindeyken rahat etmeyi zül addediyorduk ister istemez. Çok geçmeden bulunduğum yerdeki kocaman pencerelerden ‘dışarısı'nın bütün tehlikesine ve tekinsizliğine açık olduğumu fark ettim. Çünkü perde yoktu! Perdenin yokluğu başka hiçbir şeye benzemiyordu böyle bir yerde. Derken bir oğlan, yalınayak, üzerinde bir şort, kirli bir atlet, yanıma geldi.
El kol işaretleriyle anlaşıyorduk. Dedi ki, bekle abla, sana bir perde getireceğim. Ben de ona dedim ki, perde olması şart değil, bir örtü, bir battaniye, ne bileyim, bir kumaş parçası... O da bana dedi ki, hayır sana perde bulacağım. Israrına bakılırsa, bu yokluğun içinde dahi bir karaborsa var diye düşünebilirdi insan. Bense her nimete şükreden bu insanlar arasında bu çocuğun uğraşmak ve başarmak istediği bir hedefi olduğunu fark ettim. Tamam dedim, bekliyorum. Çocuk epey uzun bir süre sonra sırıtarak geldi. Elinde rengârenk, saten bir perdeyle! Diğer elinde de uzun bir çıta. Nereden bulduğunu sormaya cesaret edemedim. Sandalyeye çıktı, boyu yetişmedi, üzerine bir tabure buldu, geldi, tekrar denedi, ama çıta kısa geldi. Olsun dedim, bırak, ben bir çözüm bulurum. Elbette dinlemedi. Gitti geldi, gitti geldi ve o yokluğun içinden bu pencerenin üzerine cuk oturan bir çıta bulup getirmeyi başardı. Ve perdeyi geçirdi.
İçinde ne sabun, ne yatak örtüsü, ne çarşaf, ne havlu, ne de başka bir şey bulunan bu odada şahane Afrika desenli bir perdem olmuştu. Çekti onu güzelce. Bana dedi ki, şimdi emniyettesin! Ya da ben öyle anladım. Sonra oğlan sevinçle gitti.
Perdeyi azıcık araladım. Gökyüzüne baktım. Yıldızlar göz kamaştıracak kadar yakındı. Bazı sağlam binaların çatısı görünüyordu. Çoğu yer yıkık döküktü, yolda hayvanlar, çöpler, aç insanlar, bir şey satmaya çalışanlar vardı belli belirsiz. Perde, içerisiyle dışarısını ayırdığı ölçüde, sadece bana emniyet duygusu vermekten ibaret bir şey değilmiş. O gece anladım. Mahrem, kendini ve yakınlarını korumak kadar, ‘dışarıyı' ve ‘öteleri' bilme arzumuzdan doğuyordu asıl. İçeride saklı olanı bilmek, onun ancak perdelerin gerisinde, örtülerin altında olmasıyla mümkündü. Saklı olmayan, korunmayan, belli hudutlar içerisinde tanımlanmayan bir şeyi fark dahi edemezdiniz ki.
“Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim” buyurur ya Yüce Allah, Kudsi Hadis'te... İnsanı aşk üzere yaratmasını bu bilinme arzusuna bağlar ya... Ne çok katmanlı, ne çok örtülü bir sırdı demek ki hazine. Ne çok perdeyi çekecektik daha, bu bilinme arzusunu bilebilmek için. İnsan ancak kendini emanet bir değer, bir ziynet olarak algılarsa, görünür ve görünmez örtülere bürünmesinin bir anlamı vardır. Kendini ancak ‘kainatın sırrı' olarak addediyorsa, ‘gizli hazine'yi bilme yükümlülüğünü sevgiyle üstlenir. Açlık, çatışma ve yokluğun ortasında, giderek genişleyen ‘ev'imdeydim işte yine. Rengarenk perdenin kadim sırrı olarak.