Bu savaş doğrusu paşaların şanına hiç de yakışmayan motiflerle süslü ya da ben baktığım yerden öyle görüyorum. Ben paşaların hep bir ağızdan, koro halinde, erkekçe şöyle demelerini beklerdim:
Ne yapalım yani, bizden demokrasiye saygılı olmamızı bekliyorsunuz, bu mümkün mü? Biz daha harp okulunda öğrenci iken komutanlarımızın teşviki ile iktidara karşı devirme planlarının içinde olduk. Yani çubuğu yaşken eğdiler. Ardından bir gece darbesi ile devirdiğimiz Celal Bayar, Adnan Menderes ve arkadaşlarını Yassıada'da çok ağır hakaretlere ve işkencelere maruz bırakarak intiharın eşiğine getirdik. Sonunda onlar için idam sehpaları kurdurduk. O gün bundan vahşice bir zevk aldığımızı da itiraf etmeliyiz.
Darbeciliğe öylesine şartlanmıştık ki, yeni bir darbenin heyecanını yaşamak isteyen Talat Aydemir ve onun komutasındaki harp okulu öğrencilerinin teşebbüsünü okulu havadan makineli tüfeklerle tarayarak ve bombalayarak bastırdık. Ardından 12 Mart 1971 darbesi geldi, jetleri Meclis'in üstünde uçurarak yasadışı bir bildiriyi silah zoru ile okuttuk.
Ancak bir milletvekili itiraz edebilmişti, zira korkuyu herkesin genlerine işletmiştik. Ardından ikinci 10 yılın sonunda 12 Eylül 1980'de harekete geçtik. Tabii bu arada rütbelerimiz de artıyordu. 60 ihtilalinin genç teğmenleri albaylığa yükselmişlerdi. Ama bu arada her 10 yılda bir yaptığımız darbelerle iyice ustalaşmıştık. Mesela 12 Eylül'de darbenin halk gözünde haklı olabilmesi için 1 yıl beklemiştik. Bu bile bizim açımızdan bir yenilikti. Ardından yeni idamlar geldi ansızın. Bir sağdan, bir soldan astık. Ne yani asmayıp da beslese miydik?
Ve 28 Şubat'a geldik. Ama halkı bir türlü demokrasiye alıştıramıyorduk. Hani kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya varırmış, ne zaman seçim yapılsa bütün halk bizim istemediğimiz partilere yöneliyordu. Biz de vatanı kurtarma niyeti ile bu defa da yeni bir darbe tekniği planladık. Postmodern darbe. Bu işi silahsız kuvvetler halledecekti.
Tüm yüksek yargı mensupları, gazete patronları, gazeteciler, siyasetçiler başta olmak üzere etkili ve yetkili zevatı Genelkurmay'da askeri eğitime tabi tutarak hücuma geçtik. İnanın bu darbe her zamankinden daha zevkli idi. İçişleri Bakanı olan hatun kişiye haber gönderip:
"Gelirsek kapının önünde kazığa oturturuz, diyebiliyorduk. Hattâ Başbakan'a haber gönderip, "O koltuktan yerlerde süründürülerek çıkacaksınız" diyor ve ona küfreden paşaya madalya bile takabiliyorduk.
Bu 28 Şubat sürecinin bize yaşattığı hazzı hiç unutamıyoruz. Düşünsenize "Haydi" deyince Sincan'da tanklar yürüyor ve gazetelerin genel yayın müdürleri ayakkabılarımızı parlatıyorlardı. Gazetelere her gün manşet göndere göndere bayağı bu meslekte de ustalaşmıştık. Hele şiir okuyan Erdoğan'ı bir telefonla Pınarhisar'a göndermek ne keyifti. Yahu gerçekten nasıl oldu da bu işler tersine döndü, hâlâ anlayabilmiş değiliz. Biz içerde hep bu soruya cevap arıyoruz:
"Biz nerde yanlış yaptık?"
Evet, bence paşalar birbirlerine çamur atma yarışını bırakmalı. Türk ordusunun paşalarına bu durumu yakıştıramıyorum. Koskoca balans ayarı ustası Çevik Bir, sızlanıyor:
- Bize BÇG'yi kurma emrini Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı verdi. Biz bu emri uyguladık, ama emri veren dışarıda, uygulayan içeride.
İsmail Hakkı Karadayı da 1960 darbesini örnek gösterip kendisini savunuyor:
- 1960'da Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun'un haberi olmadan darbe yapıldı. Yani bütün bu işlerden benim haberim yok.
Sizin anlayacağınız çok basit, bir ilkokul çocuğuna bile yakışmayan bir iddialaşma ve söz düellosu sürüyor. Sayın Karadayı'nın BÇG'den haberi bile yokmuş. Soranlara da "Alfabemizin üç harfi" demekle yetiniyormuş.
Bana göre Türk ordusunun paşaları bu seviyelere inmemeli ve "Evet ulan yaptıksa yaptık!" diyebilmeli.
Nasıl olsa aynı cezayı alacaksınız ve Silivri'de hatıralarınızı yazmak için bol bol vaktiniz olacak. Kitabınızın adı da benden:
"Biz nerde yanlış yaptık?"