İşte Orhan Atalay'ın Birlik ve Beraberliğimizin nasıl olması gerektiğini anlatan o yazısı:
Önümüz Bahardır
Hem tahammülü zor ağır kış şartlarına sabrı hem de baharın yakınlığının müjdesini anlatan bu başlığı yöremize özgü bir deyim olması hasebiyle biliriz. Bölgemizin meteorolojik olarak ağır bir kışa yeni girdiği bu günlerde, son bir iki gündür hepimizin içini ısıtacak, karı-kışı eritecek, zemheride kalma buzları çözecek bir bahar yelinin tatlı meltemsi esintilerini hissetmeye başladık. Anlaşılan odur ki, otuz yıldır süren ‘Kardeş Kavgası’nı sonlandırmaya dönük samimi ve etkin çabalar ete-kemiğe bürünmüş bir kıvama gelmiştir.
Temennimiz ve duamız bu toprakların kendi aslî tabiî renkleriyle yeniden buluşacak bir bahar manzarasına olan özlemin bir an önce sona ermesidir. Ortadoğu’daki diktatörlüklerin yıkılışını ve demokratik kapıların aralanmaya başladığını anlatan ‘Bahar’ kavramına kendi toplumsal gerçekliğimiz açısından bir anlam yüklemek gerekirse şayet o da, İttihatçıların o meşûm rüyasını ‘devrimler’ adı altında devletin temel esasları haline getiren ‘Halka Rağmen’ Halk Fırkası’nın diktatoryal cumhuriyet devrinde ektiği ‘habis ağacın lanetli meyvesi’nden zehirlenmiş toplumsal bünyemizin ‘hayatî tehlike’ eşiğini aşmış olmasıdır. O habis ağaç, şüphe yok ki, Ortaçağ boyunca ‘Vahşi Batı’yı temsil eden emperyalist güçlerin en büyük rakibi olan Osmanlı’yı zafiyete düşürecek bir mikrop vazifesi gören ‘kavmiyetçilik’ idi.
Son yüzyıllık tarihin basiretle okunması halinde görülecek olan şudur ki, bu mikrobun girdiği hiçbir bünye iflah olmamıştır. Anlaşılan bu coğrafya o mikroptan tamamen arınmadıkça felâh imkânı da bulamayacaktır. Oysa bin küsur yıl evvel bünyemizi o mikroptan arındırmış, sonra da asırlar boyu kardeşliğimizin en büyük garantisi olmuş bir kıymete sahiptik.
O kıymet, tüm insanların aynı ana-babadan yaratıldığına, tanışmaları için farklı milletler ve kabileler halinde inşa edildiğine, Beyaz’ın Siyaha, Arabın Acem’e hiçbir üstünlüğünün olmadığına, üstünlüğün takva denilen, kötülüklerden korunma ve iyiliklerle donanma ölçütünde olduğuna, beşerî coğrafyada görülen dil ve renk farklılıklarının tıpkı dağı, taşı, ovası, suyu ve vadisiyle yeryüzünün, ayı, güneşi, yıldızı ile göklerin yaratılması gibi saygıya en layık ‘ilâhî birer ayet’ olduğuna, ‘efendiyi’ bir kadın ve bir köleye eşit kılan bir bilince defalarca vurgu yapan, bir kavmin bir başka kavmi, bir insanın bir başka insanı, bir kadının bir başka kadını hor ve hakir görmesini yasaklayan, horlananın, aşağılananın, hakir görülenin belki de kendilerine o muameleyi yapanlardan Allah katında daha üstün olabilecekleri uyarısında bulunan İSLAM DİNİ idi.
Bugün özellikle geçmiş iki dünya savaşının ağır faturasını ödemiş insanlığın yaşadığı tecrübeden sonra, birlikte barış içinde yaşamanın hangi düzeyde kritik bir zaruret olduğunun farkında olan her insaf ehli şunu rahatlıkla görecektir ki, İslam’ın en büyük tarihsel başarısı farklı ırk, etnik, din ve dillere sahip toplulukları asırlarca birlikte yaşatmış olmasıdır. Eğer bugün onun müntesiplerinin yaşadığı coğrafyada tragedyalar yaşanıyorsa şayet, kabahat onun varlığında değil aksine onun yokluğundadır.
Biyolojik hayatımızda dolaşan kan gibi kültürel ve sosyal hayatımızda deveran etmemesidir. Çünkü son yüzyıl boyunca İslâm’ın bir bilgi ve bilinç olarak varlığına asla müsamaha gösterilmedi. Müntesiplerine reva görülen hayat sadece ‘öz yurdunda garip, öz vatanında parya’ olmaktı. Zira bu yüzyılın başında bu coğrafyayı ‘ulusal sınırlarla’ dizayn eden emperyalist akıl, ‘böl/parçala/yut ve yönet’ şeklinde özetleyebileceğimiz habis emellerinin önündeki en büyük tehlikenin İslamî bilinç olduğunu asla unutmadığı için onu sürekli ‘mahkûm ve mahpûs’ tutmaya çalıştı.
Emperyalizmin bu yüzyılın başında hangi sularda nasıl avlanacağına dair ince hesaplar içinde olduğunu idrak eden basiret ehli özellikle İttihatçıların kavmiyetçilik virüsüyle malul yeni bir zihinsel ve toplumsal yapı inşaatına karşı ciddi uyarılarda bulundular.
Mesela merhum Akif’in şu şiiri böyle bir uyarı niteliğindedir:
Hani, milliyetin İslam idi… Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.
Arnavutluk ne demek, var mı şeriatte yeri?
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın,Türke; Lazın Çerkese, yahud Kürde;Acemin Çinliye rüchânı mı varmış?
Nerde! Müslümanlıkta anâsır mı olurmuş?
Ne gezer!
Fikr-i kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber.
Ne yazık ki, devlet düzeyinde ne bu sözlere kulak verdik, ne de hayatın kendisinden ders çıkarabildik. Birinci Dünya Savaşı’nda ‘Bir denî sadmeyle hâksâr olduk’ ama ne uslanabildik, ne de uyanabildik.
Koca Osmanlı’yı yüz üstü düşüren o kavmiyetçilik mikrobunu muhafaza ve müdafaa etmeyi resmi bir hatt-ı hareket olarak sürdürmeye devam ettik. Daha kötüsü sap sağlam iken halkın erkânını yıktık, milletin birliğine, beraberliğine ve kardeşliğine kast ettik. Neticede 18 milyon km karelik devasa coğrafyayı sakinleriyle birlikte kare kare emperyalizmin vahşetine terk etmek zorunda kaldık.
O vahşet Somali’de açlık, Arakan’da kıtlık, Sudan’da yokluk, Açe’de zulüm, Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da ve Türkiye’de kardeş kavgasının can yakan, ocak söndüren, yürek burkan hali, velhasıl yine Akif’in ifadesiyle
‘kiminin ırzı helâl, kiminin hunu heder’ bir manzara olarak karşımıza çıktı.
Evet, emperyalizmin nihai amacı İslam dünyasının başı konumunda olan Anadolu’yu ayaklarının önüne düşürmekti. Bu dünya bir daha ayağa kalkmasın diye o baş iyice ezilmeli o omurga iyice kırılmalıydı. 1912 ile başlayan süreç bu hesaba göre işletildi.
Bir hülya peşinde romantik marşlar yazıldı, nutuklar atıldı, dağa taşa ‘dokunulmaz’ bölücü, ayrıştırıcı, aşağılayıcı, kışkırtıcı ve o oranda akıl dışı sloganlar kazıldı. Böylece Anadolu’nun tabii toplumsal dokusuna, birlikte yaşama azmine, umuduna ve sevdasına kast edilmiş oldu. Neredeyse bir asırdır köklerine salladığımız bu baltalarla bin küsur yıllık kardeşlik çınarımızı belki yıkamadık ama onu zayıflattığımız, dallarını cılız bıraktığımız açıktır. Öyle ise tarihin bu diliminde bize düşen en asil vazife hepimizin gölgesine muhtaç olduğumuz o çınarı yeniden diriltmek, yeşertmek ve güçlendirmektir.
Onun için gerekli ne varsa bir gün dahi kaybetmeden, ertelemeden yapmaktır. Gelin tüm toplum olarak bu topraklarda yeni bir hayat inşa edelim. Gelin, ‘kendimiz için bir ev yapalım’ ki, o evde özgürlük, eşitlik, adalet, emniyet, refah ve kardeşlik değerleri tıpkı gökkuşağı tonunda yan yana örülmüş bir harmoni kıvamındaki renk cümbüşü tadında yan yana birlikte yer alsın.
Hiçbirisini ötekisine feda etmeyelim, çünkü her renge ihtiyacımız vardır. Gelin kendimiz için istediğimizi kardeşimiz için de isteme erdemini bir hayata çevirelim. Çocuklarımıza bırakacağımız miras o hayat olsun. Önümüz bahardır, bahar ise diriliş vaktidir. Dirilişimiz kardeşlik, barış, özgürlük, adalet, hak ve hakikat üzere olsun inşallah.
Burnuma gelen kokular bir bahar yelinin muştusudur. Tıpkı rahmetli Zarifoğlu’nun Bahar Yeli isimli şiirindeki şu mısrada denildiği gibi,
bahar, gidenlerin döndükleri mevsimdir:
“Vefasız sandığımız turnalar döndü Geçen yıl gittikleri meçhul diyardan”