Kuşaklar gelip geçiyor, öncekiler arkadan gelenleri eleştiriyor, devrin dertlerinin sorumlusu olarak gösteriyordu hep. Çağ her zaman kötü, evet. Tam bu sırada “dehre sövmeyiniz” hadisi bize bir gerçeği hatırlatıyor ama: Her birimizin, bu dünyaya geldiğimiz dönem, bizler için en hayırlı vakittir. Buradaki hayrı bulmak gerek. Bu çağın illetlerinden sözgelimi vahşi kapitalizme, genleriyle oynanmış yiyeceklere, petrol savaşlarına, kimyasal bombalara rağmen.
Bu ülkede her tür sistematik zulmün yıkılması için çaba sarf ediyoruz birlikte. Bazı alanlarda adalet zuhur ediyor, bazı alanlarda etmiyor, zulüm şiddetleniyor. Dünyada da durum böyle. Zamanın tevhid sanatçıları için belki böyle her akşam bir çağ kapanıyor. Hep birlikte güzelleşebilmemizin olanaklarını düşlemeye yanı başımızdan eksilmeyen savaşlarla devam ediyoruz en çok. Ve nesiller geliyor, geçiyor. İnsanın insan olması, kemale ermesi için nesiller gerekmiyor oysa. ‘Seyr-ü süluk’u uyarınca beş yıl, on yıl önceki kişi değildir o. Bir an önceki kişi değildir hatta. Bir günü bir günüyle, bir vakti bir vaktiyle eş değildir. Onun için her an bir çağ açılır, bir çağ kapanır. Küçük dertlerinin yerine ‘ana teması’ belli bir derdi vardır: Allah’ın (cc) kendisinden beklediği gibi yaşamak. Nefsini kabartan illetleri süzebildiği ölçüde ruhu kendisinin terbiyecisi olmuştur.
Sözgelimi bu çağın düsturlarından ‘bir kariyer sahibi olmak’ için, başka bir deyişle ‘bir şey’ olmak için ruhunuzu nelere rehin verdiğinizi düşünün. Ağır rekabet ortamlarına ayak uydurabilmek için insanın girdiği depresyonu ve aldığı hapları düşünün. Hırsı, iştah ve hevesi, tamahı, hasedi, ezmeyi ve tahakkümü körükleyen her şey nefsimize kötülüğü emrediyor. Haddini bilmezliği ve imhayı emrediyor. Ve bu çağda maalesef nefslerin savaşı insansız hava araçlarıyla sürüyor.
Herkesin bir yerlere gelip, bir şeylere tutunmak için rekabet etmeye tutsak olduğu bir toplumsal hayatta, hiçbir şey olmamakla yola koyulmak, sanılanın aksine, ‘hiçliğin yükümlülüğü’yle insan olmayı onurlandırmak demek. Benliğin kabuklarından soyunmak demek. Bu ‘kalkışma’ bence bize bu çağın direniş imkânını sunuyor.
Haksızlıklara ve zulme direnmek için mesela Marksist veya İslamcı olmaktansa, her türlü tanımdan taşmayı kastediyorum. Tanımların ötesinde kalmaktan, zamanın ve mekânın hudutlarını kaldıran, evrensel bir hakikatin ruhunda nefes alıp veren bir ‘put kırıcı’ olmaktan bahsediyorum. Tek kişilik ümmet timsali İbrahim (as) olabilmekten. Çoğulcu bir medeniyet olabilmenin yolu insanlığın kıyamını hedeflemekten geçiyor çünkü.
Bu hedef, önceki yazılarımda bahsettiğim ümmet şuurunu biraz açmamı gerektiriyor. Kâbe’de hissedilir bu en çok. Sonpeygamber sitesindeki yazımdan bir alıntıyla ifade edeyim: “Yanımda farklı ritüelleriyle namaz kılmakta olan Afrikalı bir Müslüman’la ne iklimsel, ne coğrafi, ne kültürel, ne siyasi ve sosyolojik benzerliklerim vardı. Ne de onunla bir gelecek planlamıştım. Onu şüphesiz bir daha hiç görmeyecektim.
Buna rağmen, farklı yollardan dönüp geldiğimiz Kâbe’de, bütün yaratılmışların kıblesinde, onunla omuz omuza kıldığımız namaz, benzer amellerimiz ve dualarımız bizim yazgımızı birleştirmiş, bize bir kalpler ittifakı sunmuştu. Biz inşallah ahiret kardeşi olmuştuk. Mekânda ve zamanda bütün hudutları kaldırdığınızda devam eder bu kardeşlik. Irka, kökene, milliyete hapsedilemeyeceği gibi, bugünle, maziyle veya gelecekle de sınırlanamaz. Bütün siyasi birlikler çökse de, manevi ipleriyle müminleri birbirine bağlamaya devam eder.”
İşte bu ‘külli bilinç’, insanlığın kıyamı için gayret etme hedefini vermeli bize. Toplumsal adalet talebini tüm insanlığı güzelleştirebilecek bir niyet kılma çabası, bugünün ‘nefse karşı cihadı’dır tabiri caizse. Ama aynı anda da bu hayatın, bu çağın, bu dünyanın tevhid sanatçısı olmaktır biraz.
O halde, önceki yazılarımda başladığım tekliflere devam edeyim. Bireyselleşmecilik hevesiyle demode bularak üzerimizden atmaya kalktığımız hiyerarşik bağlara döneceğiz. Usta çırak ilişkisine. Mürid mürşid ilişkisine. Hürmet etmenin ve tevazunun kodlarını keşfedeceğiz. Kötülüğü emreden kimselere değil, kâmil insanların makamına secde edeceğiz. Tahakküm içermeyen hakkaniyetli bir yönetilme edebini böyle bulabiliriz ancak.
Maneviyat erbabının yetişmediği toplumların ‘medeni’ olamayacağını hatırlayacağız. Bazen binlerce adalet direnişçisiyle bir milimetre yol alamazken belki birkaç kâmil insanla direniş dirilişe dönecek, ‘en güzel suret’ olma sorumluluğuyla insanlığımızı alma gayretinde olacağız. Ki bugün çoğumuzun Âdem (as) olma yolunda henüz toprağımız yoğrulmakta, ruh üflenmesine ise vakit var daha sanki.