O ki, vahiy ile müeyyet Nebiler Sultanı’dır. Önüne gelen bütün problemlerin çözümü doğrudan doğruya Arş-ı Âzam’dan halledilmiş ve çözemediği hiçbir problem, halledemediği hiçbir mesele kalmamıştır.
Evet, üst üste yığılmış müşküller, problemler çözüm bekliyor. Yağdan kıl çeker gibi müşkülleri çözüveren O Fahr-i Kâinat Efendimiz mübarek nazarıyla bir kere bakıverse, yani şahs-ı mânevînin teşekkülü ile o büyük mana ve ruhtan istimdat edenler arz-ı dîdâr ediverse, insanlığın içinde bulunduğu bütün müşküller âdeta kendi kendine çözülüverecek ve yollar gidip düzlüğe erecektir. İşte Fahr-i Kâinat Efendimiz budur.
Bununla beraber O, çok defa hanımlarıyla oturur, bir arkadaş gibi onlarla bazı meselelerin müzakeresini yapardı. Vahiy ile müeyyet olan O zâtın (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir şeye ihtiyacı yoktu ama ümmetine bir şey öğretmek istiyordu: Kadın, o güne kadar olduğundan çok farklı bir yere oturtulacaktı ve işte O, bu önemli vazifeyi bilfiil temsil ediyor ve gösteriyordu.
Hudeybiye antlaşması Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki, herkes öldüren bir gerginlik içine girmişti. Bu arada Allah Resûlü, kendisiyle umreye gelenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahabe, acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu diye, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Resûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Ancak, sahabedeki o ümitli bekleyiş tavrı değişmedi.
Aslında bu ağırdan alma, Allah Resûlü’ne karşı asla bir muhalefet değildi; sadece başka bir alternatifin olup olmadığını öğrenmekti. Zira Kâbe’yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı ve bu mülâhaza ile Hudeybiye antlaşması’ndaki şartlarda bir değişiklik beklentisi içinde bulunuyorlardı.
İki Cihan Serveri, sahabedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve hanımı Ümmü Seleme Validemizle istişarede bulundu. Bu ufku geniş kadın, istişarenin hakkını vermek için fikrini beyan etti. Çünkü o da biliyordu ki Allah Resûlü onun diyeceklerine muhtaç değildi. Ne ki, Allah Resûlü böyle bir istişare ile bize içtimaî bir ders veriyordu.
Validemiz, Allah Resûlü’ne şu mealde sözler söyledi: “Yâ Resûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara bir şey demeden ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez sana itaat edeceklerdir.”
Allah Resûlü de zaten böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak kendine ait kurbanları kesmeye başladı. O daha birkaç kurban kesmişti ki, sahabe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldu. Çünkü artık verilen karardan dönüş olmadığını anlamışlardı.
Şimdi acaba hangimiz, kadınlara bu denli değer veriyoruz? Bir aile reisi olarak kaç kişi aile hayatında hanımıyla istişareye yer vermektedir? İslâm’ın kadını esir ettiğini söyleyenlerin kulakları çınlasın! Acaba O Zât’ın asırlar evvel yapıp ortaya koyduğu bu harika icraatın, aradan bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen onda birini yapabiliyorlar mı?
Bir Bütünün Yarısı
Kadın haklarını müdafaa edenlerin düşüncelerinde bile kadın hâlâ ikinci dereceden bir varlık olmaktan kurtulmuş değildir. Oysa biz, kadına bir vâhidin yarısı nazarıyla bakıyoruz. O, öyle bir bütünün parçasıdır ki, diğer parçanın işe yaraması için onun mevcudiyeti şarttır. Öyle ki, bu parçalardan her biri, diğerinin gerçek değerini bulması bakımından önemli bir esastır. Elverir ki, Allah’ın (celle celâluhu) vaz’ettiği ölçülere riayet edilsin ve denge için yaratılan bir şey dengenin aleyhinde istismar edilmesin...
Ayrıca, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hareketleriyle kadınlara karşı lütufkâr davrandığı gibi, sözleriyle de hep bu şekilde davranmayı teşvik etmiştir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyururlar: “Mü’minlerin iman bakımından en kusursuzu, ahlâkı en güzel olanıdır. Ahlâkı en güzel olanınız da, kadınlarınıza en güzel davrananınızdır.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 15)
Evet, ahlâk ile insan öyle ulaşılmaz zirveleri tutar, öyle insanî semalara yükselir ki, hiçbir ibadetle o makamları elde etmek mümkün değildir.
Görülüyor ki kadınlık, O’nun nurlu beyanlarıyla kendi şeref ve haysiyetini garanti altına almış; o güne kadar ayaklar altında çiğnenen, hor ve hakir bir varlık olarak görülen o, dünya ve ukbâ saltanatını elde etmiştir.
Allah (celle celâluhû) mucizbeyan fermanında kadın-erkek tefrik etmeden, “Kasem olsun ki, insanı ahsen-i takvîme mazhar yarattık.” (Tîn Sûresi, 95/4) demektedir.. Evet, insan, kadını ve erkeğiyle kâinatın bir fihristi olarak yaratılmıştır.
Yine Allah (celle celâluhû) “Biz âdemoğullarını tekrim ettik (şerefli kıldık)” (İsrâ, 17/70) buyuruyor. Kadın-erkek, beyaz-siyah herkes Allah’ın bu kasemi altında öyle muallâ bir pâyeye sahiptir ki, artık bunun ötesinde insanlar tarafından verilecek bütün pâyeler buna nispeten çok düşük ve çok sönük kalır.
1-) İslâm’da kadın, aynen erkek gibi cemiyetin bir parçası olarak kabul edilir. Birçok noktada onun da görüşü alınır ve kendisiyle istişare edilir.
2-) Kadın, öyle bir bütünün parçasıdır ki, bu parçalardan her biri, diğerinin gerçek değerini bulması bakımından önemli bir yer teşkil eder.
3-) Kadınlık, Efendimiz’in nurlu beyanlarıyla, o güne kadar ayaklar altında çiğnenen kendi şeref ve haysiyetini garanti altına almıştır.