Halbuki en güçlü aklın bile vahye (muttali olmaya) ihtiyacı vardır. Akıl yalnız başına bu hayatın amacını anlamını kavrayamaz. Nice büyük zekâlar bunu felsefede denediler ama çeşitli bunalımlara düşmekten ve esastan başarısız olmaktan kurtulamadılar. Birbirlerini tashih etmeye çalıştılarsa da, bunun tamamlayıcı ve bütünleyici bir sonuca varması mümkün olmadı. Hatalar silsilesi devam etti. Her biri bazı hatalarında ısrarlı direnişler gösterdi. Bazen doğru şeyler de söylediler, fakat bunlar dağınık parçacıklar halinde kaldı. Bir senteze ulaşamadı, bir bunalım sürüklenişinin aldatıcı cazibeleri olarak kullanıldı.
İman bizim ihtiyacımızdır, ibadet, tefekkür bizim ihtiyacımızdır; bizim mutluluğumuz içindir. Allah’ın rızâsını kazanmak da bizim ihtiyacımızdır. Muhtaç olan biziz. Kendi kendimizi unutur hale getirilme cezasının sebebi buradaki hamakatimizdir. Bu dünyada yaşamanın ölçüleri ve sınırları var. Bizim lehimize olarak var. Allah rızası için İslâm’a uygun yaşamak, aynı zamanda iki cihan saadeti için yaşamaktır. İslâm’ı yaşamak bu açıdan aynı zamanda akıllıca bir tercihtir.
“Akl-ı selim” böyle düşünür. Normal olan düşünce tarzı budur. Aklı nefs bozuyor, ruhun ışığını ve irtibatlarını engelliyor. Akıl bir illetli mantığa dönüşüyor ve insana kendi bütünlüğünü görememe zaafını musallat ediyor. Bu dünya boş değildir, bir tecelliler âlemidir. Onu sadece maddî bir toplam olarak düşünürsen, bu senin aklî yetersizliğini gösterir. Neyin hayır neyin şer, neyin güzel neyin çirkin, neyin aleyhine neyin lehine olduğunu düşünemiyorsun. Her şeyi maddî fayda ve haz ile ölçüyorsun, aslında onu da doğru ölçmüyorsun.
Ruhundan koptuğun için aklından zorun var demektir, zekâ testin yüksek çıksa da. Bir psikopatın da zekâsı yüksek olabilir. Kopuk zekâ başka bir şeydir ve kullananın niyetine hizmet eden kesici bir alet gibidir. En çok da kurnazlık üretir. Dünya hayatının sona ermesiyle her şeyin biteceğini düşünmek, normal aklın yapabileceği bir şey değildir. Kant’ın iç akıl dediği şey aslında aklın öz varlığıdır. Allah’ın, ruhun, ahiretin varlığına inanmayan bir akıl, kendine göre bir ahlâkîlik tanımı yapsa da bunun kimseyi tatmin etmesi mümkün değildir. Ahlâk ruhî bir ışığa muhtaçtır, bazı manevî değer ölçülerine ve hükümlerine inanmayı gerektirir. Ateizm bence sadece ahlâkı değil, sevgiyi de anlamsız hale getirir. Maddeyle sınırlı bir dünyada sevgi yaşayamaz.
Bir romandaki genç şöyle diyebiliyordu: “Beğeni başka, sevgi başka. Sinemada birçok güzel aktör aktris var. Işıklar yanar, hepsi gider. Gördüğümüz perde üzerindeki görüntüden ibârettir. Sevgi söz konusu olabilir mi? Sen de benim için güzel bir görüntüden ibaretsin. Benim ruh dünyamın dışında yaşıyor olduğun için, gönlümde yerin yok ve olamaz.” Karşısındaki oyun oynuyordu ve o genç çok haklıydı.
Bunu içinde fırtınalar eserek söylüyordu ama söylemeyi başarıyordu. Kader var fakat onun içinde sorumluluğumuz da var. En önemli sorumluluğumuz da vahyin ışığında bütünlüğümüzü fıtratımızı korumak. Yani akl-ı selim düşüncesiyle ve sevgiyle yaşamak. Tabii ki bunun bir bedeli var, lakin kazandıracağı sonuçlar yanında o bedel hiç de önemli sayılmaz. Hayat fazla uzun değil.
İslâm’ı anlamadan, insanı ve hayatı anlayamazsın. Günahlar affedilebilir, fakat yaşanmış hatalar yaşanmamış hale gelmez ki. İslâm’ı bir hayat bilgisi dersi gibi, gitgide artacak derinliklerle, fakat hep bir bütünlük akışıyla erkenden öğrenmeye başlamak, selim (gerçek) aklın gereğidir