Hac ibadetini yaparken çeşitli zaman ve mekânlarda yapılan uygulamalardan her birine "menâsik" denir ki, tekili "mensek"tir.
Hac ibadetinin tarihçesine baktığımız zaman, kutsal mekân ve bu yerleri ziyaret olayının hemen bütün din ve inanç sistemlerinde çeşitli şekillerde var olduğunu görmekteyiz.
Bazı İslâmî kaynaklara göre de hac ibadetinin Hz. Âdem’e kadar uzanan bir geçmişi vardır. Kur'ân-ı Kerim, yeryüzünde Allah'a ibadet amacıyla yapılan ilk mabedin Kâbe olduğu haber verir.
“Şüphesiz insanlar için kurulan ilk ibadet evi, Mekke'de âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâbe’dir. Onda apaçık deliller ve Makam-ı İbrahim vardır. Oraya kim girerse güven içinde olur...” (Âl-i İmran 3/96)
Fakat ilk defa insanları hac yapmak üzere Mekke'ye davet eden peygamber Hz. İbrahim olmuştur. Tahrip olan Kâbe, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından eski temelleri bulunarak yeniden inşa edilmiş, inşaatın bitiminden sonra baba oğul Yüce Allah'a şöyle yakarmışlardır.
“...Rabbimiz! Bize ibadet yerlerini ve ilkelerini göster...” (Bakara 2/128)
Yüce Allah onlara hac ibadetinin nasıl yapılacağını Cebrail aleyhisselam vasıtasıyla öğretmiş ardından şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar arasında haccı ilan et ki gerek yaya olarak gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait birtakım yararları yakından görmeleri, Allah'ın kendilerine rızk olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için, sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin hem de yoksula, fakire yedirin, sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o eski evi tavaf etsinler.” (el-Hac 22/27-29)
Bu emre itaat eden Hz. İbrahim Ebu Kubeys dağına çıkıp dört bir yana:
“Ey insanlar! Bu kadim beyti (Kâbe'yi) hac ve ziyaret size farz kılındı” diye seslendi. Bu sesi yerle gök arasında, ruh âleminde bulunan insanlar işiterek “Lebbeyk” diye cevap verdiler. Bu davet vaktinden kıyamet kopuncaya kadar Kâbe'yi hac ve ziyaret edenler, Hz. İbrahim'in bu davetine “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk...” diye cevap verenlerdir.
Hz. İbrahim'den sonra gelen peygamberler ve onlara inananlar da Kâbe'yi ziyaret etmişler, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin peygamber olarak gönderildiği döneme kadar hac ibadeti devam etmiş, ancak uygulanmasına birtakım putperest gelenekler karışmıştır.
İslam bu putperest gelenekleri temizleyerek hac ibadetini tevhid inancına uygun hâle getirmiştir.
Hac, İslam ümmetine hicretin 9. yılında farz kılınmıştır. Farziyeti kitap, sünnet ve icma ile sabit olup haccın farziyeti konusunda müslümanlar arasında hiçbir ihtilaf mevzu bahis olmamıştır. Kitaptan delil Âl-i İmran suresinin 97. ayet-i kerimesidir:
“...Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Kim inkâr ederse (bu hakkı tanımazsa), şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. (Kimseye muhtaç değildir, her şey O'na muhtaçtır.)”
Sünnetten deliline, meşhur Cibril hadisini örnek gösterebiliriz. Bilindiği gibi bir gün Peygamber Efendimiz ashaptan bir kısmıyla beraberken Cebrail aleyhisselam gelerek, ümmete talim maksatlı Hz. Peygamber'e bazı sorular sorarak, cevaplarını almıştır.
Bu esnada Cebrail aleyhisselam Peygamberimize: “Ey Muhammed, İslam hakkında bana bilgi verir misin?” diye sormuş, Peygamberimiz cevaben: “İslam Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna tanıklık etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe'yi ziyaret etmen (hac yapman)dır” buyurmuştur.
Ayrıca Ebû Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz sahabelere hitaben yaptığı bir konuşmada, “Ey insanlar! Allah size haccı farz kılmıştır, haccediniz” buyurmuştur.
İnsanın yaratılış gayesi, Allah'ı tanımak, O'na kulluk etmek, hayatını O'nun belirlediği program dâhilinde yürütmektir. Kul olarak insanın mükellef olduğu sorumluluklar özünde tevhid ve Allah'ın emrine teslimiyeti gaye edinmekle birlikte, insanın dünya ve ahiret saadetini temin edecek bireysel ve toplumsal bazı menfaat ve hikmetleri içerdiği de muhakkaktır.
Bu hikmetlerin bir kısmı bizzat Kur'an-ı Kerim'de bildirilmiştir, bir kısmını bizler yaşayarak veya düşünerek tesbit edebiliriz. Bazıları düşünmekle de bilinemez. Bununla beraber hikmeti bizce belli olsun veya olmasın, ibadetleri sırf Allah emir buyurduğu için yerine getirmek zorundayız. Hac ibadeti de Yüce Allah'ın emrine teslimiyet ve boyun eğişin bir ifadesi olmasının yanında birçok bireysel ve toplumsal menfaati içerdiği muhakkaktır.
Hac hem namaz ve oruç gibi bedenî, hem zekât gibi mâlî, hem cuma gibi sosyal bir ibadettir. Bu üç boyutu böylesine vurgulu bir biçimde bünyesinde toplayan tek ibadettir. Bu yüzden Hz. Peygamber'in dilinden başka hiçbir ibadet için verilmeyen müjdeler bu ibadet için verilmiştir. “Allah katında mebrur (kabul olmuş) haccın karşılığı kesinlikle cennettir.”[2] Kur'ân-ı Kerimde de haccın insanlar için bir “kıyam” olduğu ifade edilerek şöyle buyrulmaktadır:
“Allah, Kâbe'yi, o saygıdeğer evi, haram ayı, hac kurbanını ve (bu kurbanlara takılı) gerdanlıkları insanlar(ın din ve dünyaları) için ayakta kalma (ve canlanma) sebebi kıldı. Bunlar, göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah'ın bildiğini ve Allah'ın (zaten) her şeyi hakkıyla bilmekte olduğunu bilmeniz içindir.” (Maide 5/97)
Elmalılı M. Hamdi Yazır bu ayeti izah ederken şöyle demiştir: “Allah Kâbe'yi insanların kıyamı kıldı. Halk bununla tutunur, kalkınır, din ve dünyaları bununla kaimdir. Korkanlar buraya iltica eder, zayıflar burada emniyet bulur. Hacılar ve ziyaretçiler buraya gelir, namaz kılanlar buraya yönelir.”
Gerçekten de Kâbe hürmetine, Araplar tarihî bir gelenek olarak, bilinen dört aya saygı gösterirler, haram aylara girince kılıçlar kınına sokulur, haramîler inlerine çekilirdi.
İnsanlar etrafa uzun mesafeli ticarî yolculuklar düzenleme imkânı bulurlar, bilhassa bu aylarda Mekke'de kurulan pazar ve panayırlarda bir yandan yıllık alışverişler yapılırken bir yandan da aralarındaki sözleşmeler gözden geçirilirdi. Dolayısıyla Kâbe her dönemde insanlar için maddî ve manevî bir diriliş, kıyam ve silkiniş sebebi olmuştur.
Hac bir diriliştir. İnanan insanın, inanç kökleriyle bağlantısını tazelemesi açısından önemlidir. Hz. İbrahim ve Hz. Peygamber'in tevhid mücadelesi, bu uğurda verilen mücadele, bu kutsal mekânları ziyaret eden kişinin gözlerinin önünden adeta bir film şeridi gibi geçer. Bu, inanan insana daha yoğun bir dinamizm kazandırır.
Haccın lahûtî boyutu mahşeri andırmasıdır. Farklı dil, ırk, bölge ve kültürler, sosyal konum ve ekonomik güce sahip insanların eşit statüde ve beyaz ihramlar içinde toplanması, akın akın koşuşturması ve topluca ibadetler etmesi, bir bakıma ahirette yaratıcının huzurunda dirilişi ve toplanışı hatırlatır.
Hac, mümini ahiretteki diriliş ve toplanmaya hazırlar, bu bilinci kazanmasına yardımcı olur. Âdeta ölmeden önce ölümü ve ahiret hayatını yaşamasını sağlar.
İhram, kişinin geçici kaygı ve bağımlılıklarından kurtuluşunun sembolüdür. Arafat vakfesi, insanın dünyaya ayak basışını ve kıyamette Allah'ın huzurunda bekleyişini hatırlatır. Hac ruhun Allah'a yükselişini temsil ettiğinden, Kâbe hedef değil, belki sonsuzluğa geçişin başlangıcıdır.
Tavaf, kâinatın ve yaratılışın özeti, teslimiyetin ve ilâhî kadere boyun eğişin sembolüdür. Sa'y Hz. Hacer olup, sebeplere sarılmaktır. Hacda dıştan bakıldığında sembolik davranışlar şeklinde gözüken her ibadetin bir anlamı, mümin eğiten ve bilinçlendiren bir yönü vardır.
İşte bu anlam ve bilinci yakalayabilen, haccın hikmetine nüfuz edebilen müminler, hata ve günahlarından arınarak hayata yeni bir canlılık ve şuurla dönerler ve hac onlar için gerçek manada bir yeniden diriliş, silkiniş ve kıyam olur.