Biz aklımızı son sınırına kadar kullanırız. Aklın da bir serhaddi vardır, oraya kadar gideriz. Eğer, problemler hâlâ çözülmüyor ve karşımıza bir sürü çözüm bekleyen problem çıkıyorsa, Cenâb-ı Hakk’a daha bir ciddi yönelir, O’ndan bir çıkış yolu bekleriz.
Allah Teâlâ, akla-hayale hiç gelmedik tarzda bir kısım çözümler ihsan edebilir. O ihsan kapısı ve o kapının anahtarı zikirdir; her çeşidiyle Cenâb-ı Hakk’ı anmaktır. Yani, kalbimizle O’nu anmak, düşünce dünyamızla O’na yönelmek, dilimizle O’nun isim ve sıfatlarını tekrar etmek ve Rahmân u Rahîm’e tam teveccüh etmek..
Evet, teveccüh teveccühü netice verir; siz teveccüh eder, yüzünüzü güneşe çevirirseniz, gözbebeğinizde güneş belirir. Çiçekler güneşe bakmakla açıldıkları gibi siz de O’na yönelirseniz, gönlünüz, sırrınız, hafîniz ve ahfânız açılır. Latife-i Rabbâniyeniz inkişaf eder; ilhama davetiyeler çıkarmış olursunuz. Sadece aklın kaba kurallarının elinden alacağınız sadakacıklara bağlı kalmazsınız; aynı zamanda ilham hazinelerinden gelen esintilerle de beslenirsiniz. Akla-hayale gelmedik şekilde bir kısım sünûhat ve tulûat, kalbe gelen ilhamlar, derin duyuşlar ve sezişler olur.
İşte zikir, böyle bir neticeye götüren bir müracaat yolu, bir açılma isteğini ortaya koyma tarzı ve üslubudur.. İnsanın, gücünün yetmediği, kendi tâkatıyla başa çıkamadığı hadiseler karşısında Kudret-i Sonsuz’un rahmet ve inayetine sığınma koridorudur.
Bir taraftan zikir, daha sağlıklı düşünmeyi ve meseleleri halletmeyi, fikrî tıkanıklıkları aşmayı netice verirken, diğer taraftan da, fikirden zikre geçilir; fikir de zikri doğurur. Bazen derin bir tefekkür, aşk derecesinde bir zikretme lüzumu doldurur insanın gönlüne. Kâinat kitabının birkaç sayfasını çevirip, mütalaa edince gönül coşar da O’nu anmak, O’nun isimleriyle susuzluğunu gidermek ister. Fikir, elinizden tutup sizi ubudiyete götürür.
Ve böylece salih bir daire meydana gelir. Zikir, sizi fikirde yeni ufuklara ulaştırır; daha evvel dar aklınızla, kevnî veya tekvinî mantığınızla düşünüyorken, zikir sayesinde letâif-i Rabbâniyeniz devreye girer ve artık onlar da düşüncenize yardımcı olur. Daha farklı bir derinlikte tefekkür etmeye başlarsınız. Tefekkür öyle bir eşiğe gelir ki, başınızı secdede bulur ve tekrar O’nu anmaya durursunuz. Fikir ve zikir, birbirini sürekli besler, destekler. Birinin kolunun-kanadının kırıldığı yerde diğeri arkadaşına kol kanat olur; elinden tutup uçurur onu.
Akılla vahiy arasında da aynı münasebeti düşünebiliriz.. Onun için dedim ki, akıl, vahyin vesayeti altına girdiği zaman gerçek değerine yükselir. Yoksa belli bir noktadan sonra akıl karanlık görmeye başlar, karanlıklara teslim olur. Fakat o idrak edemediği ve kavrayamadığı meseleler karşısında vahyin rahlesi önünde diz çökse, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’tan gelen esintilerle yeniden önü aydınlanır, karşısında bambaşka ufuklar açılır. Dolayısıyla, o da hiç hız kesmeden yürür.
Akıl, kâinatı ve tabiatı düşünmeyi esas alan naturalist bir mülahazayla veya kozmos düşüncesine bağlı olarak bazı şeyler ortaya koyabilir; fakat bu sadece Allah’a (cc) inanmayanlar için böyledir ve yalnızca onlar için bir ölçüde yeterli olabilir. Çünkü onlar, ötesini zaten görememektedirler. Ne var ki, Allah’a (cc) inanan insanların sadece aklın ürünleriyle tatmin olmaları mümkün değildir. Düşünce ufuklarını mutlaka genişletmeleri, derinleştirmeleri lazımdır. O da ancak vahiyle mümkün olur.
Zikirle Süslenen Bir Ömür
Evet, ayet-i kerimelerde meâlen şöyle buyuruluyor: “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, düşünen insanlar için elbette ayetler vardır. Onlar ki Allah’ı kâh ayakta divan durarak, kâh oturarak, zaman zaman da yanları üzere uzanmış olarak zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: “Ey büyük Rabb’imiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!” (Âl-i İmran, 3/190-191)
“Ulü’l-elbâb” ifadesi kullanılıyor; sadece “akıl sahipleri”nin o ayetleri görüp, üzerlerinde düşünecekleri belirtiliyor. Bu ifadeyi, öncesi ve sonrasıyla değerlendirecek olursak, “akıl sahipleri” sözünün “latîfe-i Rabbaniye sahibi, akıl ve kalb izdivacına muvaffak olmuş insanlar” demek olduğunu anlarız. Yani, hem aklın ayağını kullananlar, hem de vahyin kanadıyla uçanlar.. onlar, hayatlarını zikre bağlamış kimselerdir; hayatlarını zikirle süslerler, hiç hız kesmeden, sürekli zikrederler.. Ayaktayken, oturuyorken ve uzanmışlarken Allah’ı (cc) zikrederler. Uzanmış haldeyken bile O’nu zikretmeleri bir iç anıştır. Ayette bu üç pozisyon da kaydedilerek, zikrin sürekliliğine dikkat çekilmektedir. Evet, onlar hayatlarının her safhasını, hemen her faslını zikirle derinleştiren, zikirle süsleyen insanlardır.
1- Biz aklımızı sonuna kadar kullanırız. Problemler hâlâ çözülmüyorsa Allah’a daha bir ciddi yönelir, O’ndan bir çıkış yolu bekleriz.
2- Bir taraftan zikir, daha sağlıklı düşünmeyi ve fikrî tıkanıklıkları aşmayı netice verirken, diğer taraftan fikir de zikri doğurur.
3- İnsan, idrak edemediği meseleler karşısında vahyin rahlesi önünde diz çökse, muhakkak ki karşısında bambaşka ufuklar açılır.