Kendisini neyin böyle şaşırttığını sorduğumda ise şöyle özetledi: “Bir ülkede devlet dendiğinde akla gelen kurumlar bellidir: Yargı, polis, ordu, eğitim, medya… Son dönemde bunların çökertilmesi için sanki özel çaba var. Bu durumun başlarına nasıl bela açacağını göremeyen vatandaşların tepkisizliği de beni çok şaşırtıyor.”
Gerçekten bir süredir öyle şeyler yaşıyoruz ki, uzaktan bakan biri Türkiye’yi, virüs bulaşmış bilgisayara benzetebilir. Sadece yabancılar değil, objektif bakabilen herkes gidişatın farkında. “Türkiye Evrensel Hukukun Neresinde?” başlıklı panelde dinlediğim eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk da yaşananlar karşısında dehşete kapıldığını anlatıyordu:
Soruşturma savcılarının, bakan veya müsteşarı tarafından arandığı bizzat başsavcı tarafından tutanağa geçirildi, bir şey olmadı. Hatta bakan ve müsteşarın soruşturmalara müdahalesini suç olmaktan çıkaran bir yasa bile yapıldı. Bırakın, böyle bir yasayı, Fransa’da adalet bakanı bir soruşturma için yargıcı arasa kıyamet kopardı.”
Hükümetin, HSYK seçimi için yaptığı hamleler, Adalet Bakanı Bozdağ ile ayakta el pençe duran başsavcıyı gösteren fotoğraf ve yargı mensuplarının tercihiyle ortaya çıkacak sonucu tanımayacaklarına dair açıklamalar normal demokrasiler için akla ziyan işler. Gelişmiş demokrasilerle kıyaslayacak durumda olmasak da bölgemizde kurumsallık açısından devlet geleneğine sahip ender ülkelerden biriyiz. Ama yaşananlara bakılırsa Türkiye, bu ayrıcalığı kaybetme riskiyle karşı karşıya. Sade geçen hafta devletin zirvesinde yaşananlar bile çok fikir veriyor.
Her yıl yapılan BM Genel Kurulu zirvesine, ülkemizi temsil etmek üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan gitti. En sıcak gündemlerin başında IŞİD’le mücadele geliyordu. Ankara, oluşturulan koalisyonun Cidde toplantısına katılmış ama bildiriye imza atmamıştı. Çünkü o sırada rehinelerimiz hâlâ IŞİD’in elindeydi. Rehinelerin kurtulmasından sonra da Ankara, IŞİD’e karşı askeri operasyona soğuk baktığını, sadece insani destek sağlayacağını defalarca duyurdu. Ama sonra ABD Dışişleri Bakanı Kerry, bizim Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu’ndan önce, “Türkiye ön saflarda yer alacak.” açıklaması yaptı. Erdoğan da New York’ta Türkiye’nin koalisyona vereceği desteğin askeri, siyasi her türlü katkıyı içereceğini söylemeye başladı.
BM zirvesi çerçevesinde Çavuşoğlu, belli ki kötüleşen ilişkileri biraz tamir için Mısırlı meslektaşı ile görüşme talebinde bulundu. Ama BM konuşmasında Erdoğan, Çavuşoğlu’nun hiç böyle bir girişimi olmamış gibi Mısır’a yüklendi. Mısır tarafı ise görüşmeyi iptal etmekle kalmadı, Türkiye’yi içişlerine burnunu sokmak ve teröre destekle suçlayan çok sert bir açıklama yaptı. Şayet Türkiye, Mısır’la temas kurmak istiyor idiyse Cumhurbaşkanı o konuşmayı niye yaptı, sert tavır sürdürülecek idiyse niçin Mısır’la görüşmek istendi soruları cevapsız kaldı.
Erdoğan, 28 Şubat sürecinin âdeti olan akreditasyon uygulamasını New York’a da taşıdı. Demokratik açıdan asla kabul edilemeyecek bir hukuksuzluk olsa da bu duruma hiç değilse darbe dönemlerinde örneği olan bir uygulama diye bakılabilir.
Ama cumhurbaşkanlığı heyetinde danışman ve koruma sıfatıyla bulunan isimlerin bir Türk gazeteciye tekme tokatla saldırması, galiba ilk kez yaşanan bir hadise. ABD Başkan Yardımcısı Biden görüşmesini izlemek için herkese açık otel lobisinde bekleyen meslektaşlarımız Adem Y.Arslan ve Ali Aslan’ın maruz kaldığı muamele, bırakın demokrasiyi, kabile devletlerine bile yakışmayacak bir tutumdu.
Bütün bu acı gelişmelerin üzerine tüy diken olay ise Erdoğan’ın BM konuşmasını verirken havuz medyasının yaptığı numaraydı. Konuşma sırasında salon bomboştu ama Star gazetesinin haberinde aynı salon dopdolu görünüyordu. Çünkü Obama konuşurken çekilen salon fotoğrafını, Erdoğan’ın konuşmasına montajlamışlardı.
Papaz çocuğunun imam hatibe yerleştirilmesi, yolsuzlukların üzerine gidenlerin suçlu ilan edilmesi, suçsuz bir bankanın batırılmak istenmesi, Türkiye’nin içeride ve dışarıda gözbebeği yardım kuruluşu Kimse Yok mu’yu hiçbir kabahati olmadığı halde çökertme çabası,
DEİK gibi sivil bir kurumun devletleştirilmesi, kaç yıldır muhatap alınıp müzakere edilen PKK’ya karşı dünyanın tepkisizlikle suçlanması gibi tuhaflıklar öyle çok ki, insan sormadan edemiyor:
Devletin beynine virüs mü bulaştı?