12 Eylül öncesinde PKK'ya katıldı, Kıbrıs'ta askerliğini yaptığı sırada Kıbrıs Rum kesimine kaçtı. Sonra da PKK'ya katıldı ve dağa çıktı. Yıllarca dağda kaldı. Ardından itirafçılık yasasından yararlanıp teslim oldu.
Ve bugün hala varlığıyla yokluğu tartışılan JİTEM'e katıldığını itiraf etti. JİTEM'de yaşadıklarını anlattığında, tarif ettiği bazı kuyulardan insan kemikleri çıktı. Ve ölüm tehditleri aldığında bir gece aniden yurt dışına kaçtı. Bu başdöndürücü hayat hikayesi aslında bölgede yaşananların belki de özetiydi.
O günden beri bazı yerlerde söyleşiler yaptı ama bu kadar derine hiç inmemişti. Haber Ajanda Dergisi yazarı Dilek Yaraş'a anlattıkları, Türkiye'de yeni bir tartışmanın fitilini ateşleyeceğe benziyor..
Dilek Yaraş sordu, Abdulkadir Aygan Türkiye'nin ilk kez duyacağı tüyler ürperten gizli bilgileri anlattı.
-Abdullah Öcalan kendisiyle ne zaman ve nasıl irtibat kurdu?
-Namaz kıldığında teröristler onunla nasıl dalga geçti?
-Atatürk'e ve Fethullah Gülen'e olan hayranlığı nereden geliyor?
- Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım yaşıyor mu yaşamıyor mu? - KCK ve PKK avukatları neden ısrarla onun Türkiye'ye gelmesini istiyor? -Musa Anter'i o gece kim nasıl öldürdü? -PKK'ya “Benim bölgemde eylem yapma. Bak şu, şu bölgelerde eylem yapabilirsin” diyen komutan kimdi? -Efsane Albay olarak anılan Erdal Sarızeybek hakkında dehşete düşüren iddialar... -KCK operasyonları hakkında ne düşünüyor, neden bu operasyonları çok önemli buluyor? “Bunların dışarıdaki damarları” derken neyi kastediyor? -Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki fikirleri ne? Habur görüntüleri için ezber bozan açıklamaları. - PKK'nın ölüm tehditleri devam ediyor mu? Ve daha onlarca soru, onlarca cevap. Her biri birbirinden önemli bu soru ve cavaplar. Başlangıç: Aygan’ın JİTEM’le ilgili anılarını okumayı en sona bırakmıştım. Trenle İsveç’in içine doğru yol alırken okuduğum JİTEM anıları bana gittikçe karanlık bir tünelin içine doğru çekildiğimi hissettirdi. Herşey o kadar koyu ve karanlıktı ki an geldi, “İlk durakta geri dönsem, vazgeçsem bu röportajdan” diye düşündüm. Onca yıllık gazetecilik hayatımda böyle bir duyguyu ilk defa yaşıyordum. Mavi Marmara röportajları da ağır ve acı bir olaya dayanıyordu ama söyleşileri yaptığım insanların yolu aydınlıktı. Aygan’ın anıları ise dibi görünmeyen kapkaranlık bir yoldu. O karanlığın içinden geçen insanın, yani Aygan’ın, tünelin ucundaki ışığa ulaşmak için çabaladığı, korku filmlerini aratmayacak bir yol... Bu duygularla, Aygan’la sözleştiğimiz yere vardığımda karşımda tipik ve samimi bir Anadolu insanı buldum. Yolun bundan sonrası benim inisiyatifimden çıkıyordu artık. Çünkü Aygan ve ailesi, İsveç devletinin korumasında, kimliği ve adresi gizli bir hayat sürüyor. Aslında, Aygan’ın “Hoş geldin” faslından sonra söyledikleri genel ruh halini de yansıtıyordu. Beni beklerken, durakta yabancı ve tuhaf giyimli bir kadın görmüş ve kendisini takip ettiğinden şüphelenmiş. Bir süre takip etmiş kadını ama sonra vazgeçmiş. Ben, her zamanki rahatlığımla, “Turisttir merak etmeyin” deyince Almanya’dan, İsviçre’den, Hollanda’dan aldığı tehdit maillerini anlatıyor. Eh, benim için rahat olmak kolaydı tabii ki; uzun yıllar hem PKK hem de JİTEM’in içinde yer alıp, her türlü olaya şahit olduktan sonra her ikisinin de bütün pisliklerini deşifre ederek çıkmış ve iki zıt (!) grubu da kendisine ölümüne düşman etmeyi başarmış olan ben değildim nasılsa... Aygan ailesinin yaşadığı kasabaya varana kadar uzun bir yolculuk yapıyoruz. Yol boyunca karşıma çıkan yer bildiren tabelaların hiçbirine bakmıyorum. Gazeteciliğimi (istemeden de olsa) muhbirliğe dönüştürmemek için kendimce aldığım bir önlem işte… Hani, olur a, Aygan’ı tehdit edenlerden biri onunla görüştüğümü duyunca “Nerede yaşıyorlar?” şeklinde bir soruyla çıkıverirse karşıma diye... Gülmeyin ama, siz de bir röportaja hazırlanacağım diye günler boyu Kurtlar Vadisi dizisindekilerden beter, hem de gerçekten yaşanmış hikayeler okursanız, benim gibi düşünürdünüz herhalde. Hatta belki de o kadarına bile gerek yok; olaylara şöylece kıyısından köşesinden değinen şu mütevazı yazının tamamını okumak bile benim oradaki haleti ruhiyemle aynı frekansa getirebilir sizi… Bu konuda iddiaya mı girseydim ne!... Her neyse, biz yavaş yavaş başlayalım en hakiki öz Kurtlar Vadisi hikayemize: Yolda, henüz yeni geçirdiği ve -kazaya tanık olanların ifadesiyle- meleklerin yardımıyla kurtulduğu trafik kazasını anlatıyor Aygan. Aynı, rahmetli Şenol Özbek’in geçirdiği kazaya benziyor anlattıkları. Şüpheli bir araba tuhaf hareketlerle yoldan çıkıp devrilmesini sağlıyor, sonra da ortadan yok oluyor. Sonuç: Hurdaya çıkmış bir araba, haftalar süren tedaviler ve hala ağrıyan kaburgalar... Eve vardığımızda kapımızı eşi Asya açıyor. Biraz sonra, büyük oğlan (91 doğumlu) Salih ve en küçük kız Zeynep (1994) yanımıza gelerek gayet sıcak bir şekilde “Hoş geldin” diyorlar. Hemen ardından, şirinlik muskası Mustafa (2001) ile tanışıyoruz ve anında arkadaş oluyoruz. O kadar sıcak ve neşeli bir çocuk ki onu sevmemek imkansız; üstüne üstlük bir iltifat, bir hizmet ki, sormayın... Trendeki kaçma duygusu, bu insanları yakından tanımak hikayelerini dinlemek isteğiyle yer değiştiriyor. Acelem de yok pek. Benim gidebileceğim ilk tren ancak ertesi sabah… Aygan çiftinin iki çocuğu daha var. 82 doğumlu Leyla ile 90 doğumlu Zeliha. Leyla’nın da iki buçuk yaşında Helin isminde bir kızı var. Helin, Kürtçe’de “yuva” demekmiş. Yuva kavramının sürekli tarumar olduğu bir ailenin yeni nesli için en uygun isim, diyorum içimden. Eşiyle beraber Almanya’da yaşayan Zeliha hamileymiş. Anlayacağınız, yakında bir bebek daha geliyor Aygan ailesine. Abdülkadir Aygan’ın anlattıklarının oluşturduğu ağır hava, Mustafa’nın ara sıra yanımıza gelmesi ve şakalaşması sayesinde dağılıp hafifliyor. Onun neşeli varlığı, soluklanmak ve dengeyi bulmak için bir hava koridoru işlevi görüyor adeta. Asya, annesinin amcaoğlu olan Abdülkadir Bey’le on altı yaşındayken, Aygan’ın kaçak olarak yaşadığı zamanlarda düğünsüz derneksiz evlendirilmiş. “Nasip böyleymiş, bir arabaya bindik ve gittik.” diyor Asya. Aygan’ın Türkiye’yi ayağa kaldıran JİTEM itiraflarını da yurtdışına çıktıktan sonra gazetelerden öğrenmiş Asya. Böyle bir hayat sen ve çocuklar için de çok zor olmuştur, dediğimde, gülüyor ve “Ohoo, sen ona soracağına asıl bana sor. Otuz üç senedir bu çilenin içindeyim. On sene beraber değildik. Altı yedi sene cezaevindeydi. Üç sene kaçaktı.” diyor. Kocasının JİTEM’de çalıştığını bilip bilmediğini sorduğumdaysa “Benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Ben onu askeriyeye bağlı bir devlet memuru zannediyordum. Gerçi göreve çıkarken, ‘Dönemezsem, hakkınızı helal edin.’ derdi ama, herhalde teröristlerle savaşmaya gidiyorlar, diye düşünürdüm. İşkencelerden, JİTEM’in yaptıklarından hiç haberim yoktu. Hiçbir şey anlatmazdı ki...” diyor. Vicdan muhasebesi Sürekli kaç göç içinde bir hayat, her ay değiştirilen evler… Leyla babasını ilk kez üç yaşındayken görmüş mesela. Ve sonra ailece yurtdışına kaçış... O kadar kaç göçlü, cezaevleri kapılarında geçen evlilik hayatları boyunca ayrılmayı hiç düşünmemiş de Asya, bir tek bu yurtdışı işi çıkınca “Acaba ayrılsam mı?” demiş. Sonra annesinin “Senin yerin kocanın ve çocuklarının yanıdır.” telkiniyle vazgeçmiş. “Zaten bu ayrılıklardan başka da bir sorunumuz, geçimsizliğimiz yoktu.” diyor. Tabii ki bütün bir aile olarak “kaçak” statüsünde ülke değiştirmek hiç kolay olmamış. Hele Asya için: “Yola çıkarken annemgiller öyle bir ağladılar ki sanki ölü çıkıyordu evden. Biz de çok ağladık. Beş gün İstanbul’da kaldık, sonra Rusya’ya geçtik. Ben Mustafa ve Zeynep’le Rusya’da kaldım. Oradan Prag, Viyana ve Almanya’ya geçtim. Çok korktum tabii. Beni uçağa bindiriyorlar, ‘şurada ineceksin’ diyorlar. Dil bilmiyorum bi’şey bilmiyorum…” Dilini bilmediğin, soğuk bir ülkenin ücra bir köşesinde dokuz sene açık hava hapishanesi gibi bir hayata ne çocuklar ne de Asya alışabilmiş. İsveç’in hem havası hem de insanları soğuk, diyorlar. Geldiklerinden beri de hiçbiri Türkiye’ye gidememiş. Bir tek Asya, o da bu sene, yani dokuz sene sonra gitmiş memleketine ve biraz da olsa hasret gidermiş. Asya’nın cefakarlığı ve vefakarlığı eşinde, minnet ve şükran duyguları olarak karşılık bulmuş: “Eş konusunda çok şanslıyım. Allah razı olsun ondan. O zor günlerde, kaybolduğum zamanlarda hiç şikayet etmedi, yokluğu sorun yapmadı. Şerefiyle bekledi beni… Bütün bunlar onun inançlı olmasından, aile terbiyesinden kaynaklanıyor. İltihaplı romatizmasına rağmen beş vakit namazını aksatmaz, tespihini çeker. Son geçirdiğim trafik kazasından da onun duaları ve evimizin içinde kılınan namazlar sayesinde kurtulduğumu düşünüyorum.” Eskiden de eşi gibi inançlı mıydı, diye merak ediyorum. Face’teki paylaşımlarında yaptığı inanç ve iman vurguları, paylaştığı ayet ve hadisleri görünce de aynı şeyi düşünmüştüm. Bu yapı vicdan muhasebesini de getirmiş olmalı beraberinde ki işin sonu itirafçılığa kadar varmış. Ne dersiniz? “Aynen... Yani bir eylem anında can alacak kadar acımasız olacak şekilde şartlandırılmışsan dahi hiç değilse o yaptığından ‘Keşke yapmasaydım!’ deyip vicdanen bir muhasebe yapman lazım.” Siz dediniz mi? “Çok… Bu güne kadar hep dedim ve diyorum da… (Bunu derken, boynu bükülüyor hafifçe ve gözleri doluyor ya da bana öyle geliyor.) Ama ‘keşke’lerle yaşanmıyor. Olan olmuş... Neticede, kul kendi hakkını sana helal etmediği sürece sen o kula borçlusun ve cezanı göreceksin. Allah, kulunun kendisine karşı yaptığı hataları affedebilir, ama zarar verdiğin canına kastettiğin insan ile yüzleşmen gerekiyor.” “77’de vurduğum, Ülkü-Bir Başkanı olan lise müdür yardımıcısının babası gelmişti mahkemeye. Nur yüzlü bir amcaydı. Onu görünce kahroldum, ağladım. Affetmesini istedim. Ama affetmedi… Haklıydı da… Ne emeklerle büyütmüş oğlunu, o yaşa getirmiş. Nasıl affetsin onu vuranı!? Tamam, belki oğlu da bir tarafın militanı olmuş, ya vuracak ya vurulacak… Sen o mücadelenin içindeyken bu kriteri düşünüyorsun. Karşındaki militan silahlı, senin amacının önünde engel, diye düşünüyorsun. O da seni öyle düşünüyor. Düşman oluyorsun. Tek çare, birbirini ortadan kaldırmak... Ama sonra, düşününce ve işin aslını öğrenince insan büyük bir pişmanlık ve vicdan azabı duyuyor.” “Çocukluk idolüm Atatürk’tü!” 1958 yılında, Urfa’nın Suruç ilçesinin köyünde doğan Aygan’ın yolu da Osmaniye’deki ortaokul yıllarında ülkücülerle kesişmiş. Atletizm sporundaki başarıları ve düzgün kişiliği ile Osmaniyeli ülkücülerin dikkatini çeken Aygan, onların davetiyle bir süre derneklerine gitmiş birkaç kez. Hatta, dernektekiler tarafından, sınıfının ülkücü temsilcisi olarak bile seçilmiş. Ama bir süre sonra, oradaki konuşmaların fikirlerine uymadığını görmüş ve özellikle de Atatürk hakkında ileri geri konuşmalarından rahatsız olduğu için ayrılmış aralarından… Laf aramızda, ben ülkücülerin Atatürk düşmanı olduğunu hayatımda duymadım, ama en azından oradakiler öyleymiş demek ki... Aygan’ın Atarük konusunda bu kadar hassas olması ise çok eskilere, taa çocukluğuna dayanıyor. Çünkü, ilkokul döneminde müthiş bir Atatürk hayranlığı başlamış onda. Bu durum lise birinci sınıfa kadar sürmüş. “İdolüm Atatürk’tü. Ona benzemek ister, onun gibi olmayı hayal ederdim.” diyecek kadar hem de… Atatürk’ün en çok hangi özelliğinin onu etkilediğini sorduğumda ise, “Kurtuluş savaşını yapmış, ülkeyi yabancılardan kurtarmış… Çocukluk şeyi yani bilemiyorum. Neyi kurtaracaktım ki?! Desem ki Türkiye’yi, Türkiye kurtulmuş. Desem ki bazılarının dediği gibi ‘Kürdistan’ı, o zaman ‘Kürdistan’ diye bir şey duymamışız ki... Öylesine bir hayranlık işte...” diyor gülerek. Her neyse, bu ayrılışın sonunda ülkücülerle arasında husumet başlar. Bir gün tesadüfen CHP’lilerin duvara slogan yazma eylemine katıldığı sırada ülkücü grubun saldırısına uğrayıp, aldığı kurşun yarasıyla hastanelik olur. Bu olay için, ülkücülerden nefretin, PKK’ya ise sempatinin başlangıç noktası diyebiliriz. O dönemi, “Bilirsiniz, akbabalar bir yerde leş kokusu aldılar mı hemen oraya konarlar, bunlar da öyle… Benim o yaralanmam ve ülkücü kesime düşman olmam üzerine Abdullah Öcalan (tabii akrabalık da var ya) ‘geçmiş olsun’a geldi…” sözleriyle ifade ediyor Aygan. Öcalan o ziyaretinde, “Adana’da liseye başlayacakmışsın. Oraya bizim Haki (Karer) arkadaşımız gelecek, onlar seninle temasa geçecekler.” sözleriyle Aygan’ın PKK’yla ilk bağlantıyı kurmasını sağlar… Ardından, yakalanana kadar süren sağ-sol çatışmaları dönemi başlar
-Hangi eylem yapılmak üzereyken PKK'dan ayrıldı?
-JİTEM'de karşılaştığı dehşet verici katliamlar üzerine ne yaptı? JİTEM'de kurucu veya iç personel olarak çalışan kimler vardı?
İşte Dilek Yaraş'ın İsveç'in bir kasabasına doğru başlayan yolculuğu, yolculuk sırasında hissettikleri, Aygan'la “Kurlar Vadisi” senaryolarını aratmayan buluşması, buluşma sonrası soruları, Abdulkadir Aygan'ın hafızalara kazınacak cevapları:
Çoğunuz gibi ben de Abdülkadir Aygan’ı eski bir PKK itirafçısı ve JİTEM’in iç yapısını deşifre eden biri olarak okumuş ve hafızamın bir köşesine koymuştum. İsveç’te yaşadığını bildiğim halde kendisiyle bir röportaj yapmayı düşünmemiştim. Açıkçası çok fazla takip de etmemiştim. Hakkındaki bilgim, siyasetle ilgilenen sıradan bir vatandaştan halliceydi. İsveç’e gideceğimi duyan Sevgili Muhteşem Tıraş, facebook’ta tanışıp diyalog kurduğu Aygan’a benden bahsettiğini ve bir röportaj yaparsam görüşmeyi kabul edeceğini söylediğinde, neden olmasın diye düşündüm ve Yavuz Selim’in de onayını alınca, hiç hesapta olmayan bu söyleşi için hazırlanmaya başladım.
Şenol Özbek’i çok seviyormuş Abdülkadir Aygan. Facebook’ta arkadaş olmuşlar. “Önce yanlış anladık birbirimizi, terörle ilgili bazı konularda tartıştık. Ama daha sonra ikimizin de özde aynı şeyi düşündüğümüzü ve insanlığa, Türkiye’ye hizmet amacında olduğunu anlayıp çok iyi arkadaş olduk. Sık sık istişare ederdik...” diyor.
“Annem, babam, abilerim namazında niyazında insanlardı. Ailemden de çevremden de bir tek ben ‘terörist’ çıktım… Akrabam olan eşim ve ailesi de öyle, namazında niyazında inançlı insanlardır. Böyle bir çevrem olduğu için Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum. İnsanın değişmesinde bunun etkisi büyüktür. Aslında yapı olarak hep böyleydim… Dağda dahi, yemeğe başlarken içimden “Bismillah” demek geçerdi. Dil ile söyleyemesem de içimden söylüyordum. Mesela, örgütte bir iki kişi ara sıra namaz kılıyorlardı… Bu duruma diğerleri alaycılıkla yaklaşırken, ben onlara saygı ve sempatiyle bakıyordum.
Siz hiç zarar verdiğiniz biriyle yüzleştiniz mi?
.
NİZİP'TEKİ ÜLKÜCÜLER NASIL KATLEDİLDİ?
KİMLERİN EVİNE İŞYERİNE BOMBA ATILDI?
PKK O DÖNEM KENDİ İÇİNDE NASIL İKİYE BÖLÜNDÜ?
VE PKK'DAN NASIL KOPTU, JİTEM'E NASIL ADIM ATTI?
TÜM BU SORULARIN CEVAPLARI BİR SONRAKİ SAYFADA