Mantıksal ifadesi ile özgürlük, insanî kimliğin en baskın ve en ayırıcı vasfıdır. Bu aslî hakikat kadar bir başka gerçek daha vardır ki, o da tarih boyunca birey veya toplumların bu en temel insanî hakları olan özgürlük eğilimlerini ve taleplerini görmezlikten gelmek, bastırmak, baskı altında tutmak, sınırlandırmak veya bütünüyle ortadan kaldırmakla adeta kendini memur gören kişi veya sınıfların da mevcut olduklarıdır.
Bu kesimin baskın ve ayırıcı özelliklerine bakıldığında ise, toplumsal yapı içinde daha imtiyazlı ve egemen şartlara sahip oldukları gözden kaçmamaktadır. Her toplumsal ve tarihsel şartlarda rastladığımız bu sınıfın başka bir karakteristik yanı da, sayısal açıdan cumhura nispetle ‘bir avuçluk’ nicelikte oluşlarıdır. Dolayısıyla özgürlük, her şeyden önce bu eksimin mevcut şartlardan dolayı elde ettikleri kazanımlar için bir tehdit içermekte, dolayısıyla şartların cumhur lehine evrilmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle bireysel veya sınıfsal imtiyazlarını koruma ve kollamaya yönelik aşırı hırsları nedeniyle en temel insanî kıymetleri çiğneyecek kadar gözü kara vahşetler işlemeyi bile göze almaları beklenen bir durumdur. Dolayısıyla hak, hukuk, demokrasi, özgürlük, ötekinin bütün aidiyetleriyle birlikte yaşama hakkı gibi temel insanî idealleri ifade eden bu tür kavramların bu kesim için taşıdıkları negatif imaları anlamak zor değildir.
Konuyla ilgili önemli bir husus da şudur: insanın özgürlük talebinin sembolize edildiği objenin zaman zaman farklı alanlarda ve farklı biçimlerde tezahür etmesidir. Bu nedenledir ki, bu talep bazen bir renkte, bazen bir sloganda ifade edildiği gibi, bazen de başörtüsü veya bayrak gibi bir ‘bez parçası’nda tecelli eder. Ama bütün farklılıklara rağmen öz olarak aynı şeydir: özgürlük bilinç ve tutkusu.
Türkiye’nin onlarca yıldır hem de kurumsal kimliği, anlamı ve amacı gereği özgürlük alanlarına en geniş sınır ve imkân tanıması beklenen üniversitelerde yukarıda bahsi geçen imtiyazlı kesim tarafından başlatılan ve yaşatılan başörtüsü problemine bir de bu zaviyeden bakmak gerekir. Yani bu tarihsel kesitte ve bu mekânda özgürlük bilinci ve tutkusu bu sefer de başörtüsü şeklinde ete/ kemiğe büründü.
Bu tartışmada yer alanların bireysel ve kurumsal kimlik ve konumlarına baktığımızda ise, esasında her tarihsel ve toplumsal süreçte izlenebilen çizgilerle paralellik arz eden bir durum yaşanmaktadır. Nitekim problemin taraftarları açısından bakıldığında ortada yine genel anlamda iki kesim yer almaktadır; bir tarafta kurumsal konumlarının kendilerine sunmuş olduğu imtiyazları ilâ nihaye koruma refleksi veya içgüdüsü tarafından tahrik edilen ve yönlendirilen egemenler; diğer tarafta ise bu kesim tarafından özgürlüklerinden mahrum bırakılmışlar yer almaktadır.
Konuyla ilgili bir başka gözlem ise, ikinci kesim özgürlük taleplerinde ısrar ettikçe, birinci kesimin daha fazla hırçınlaşmasıdır. Nitekim bunun en somut örneği Karanlık Ortaçağ Batı dünyasında ortaya çıkan Engizisyon tecrübesidir. Hatırlanacak olursa, Kiliseye bağlı üyelerin sayısı azaldıkça Kilise gelirleri de o oranda azalmaktaydı. Kilise gelirlerinin azalması ise seçkinliklerini Kiliseye borçlu bulunan kesimin moralini daha fena bozuyordu. Uzun süren bu moral bozukluğu da onlara ötekilere ibret olacak benzersiz cinayetler işletiyordu. Dolayısıyla bugün üniversal karakterini ve kimliğini ayaklar altına alarak onu âleme rezil edercesine bir moral bozukluğu içine düşüp Roma’yı yakmak dahil her türlü cinayeti işleyebilecekleri görüntüsü içinde olan kimi rektör ve senato üyelerini bu açıdan ‘anlayışla’ karşılamak gerektiği kanaatindeyim.
Bir başka gözlem de, imtiyazlıların, tehlikede gördükleri durumun aslında kendi bireysel ve kurumsal imtiyazları olduğu gerçeğini gizlemek için bir takım kavramları kılıf olarak kullanmalarıdır. Nitekim başörtüsü tartışmalarına imtiyazlı taraftan katılanların her vesile ile tehlikede olanın aslında değerleriyle birlikte cumhuriyet rejimi olduğunu haykırmaları bunun en tipik örneğidir. Oysa cumhuriyetin karşıtının saltanat rejimi olduğunu, saltanat sisteminin ise tarihsel miadını doldurduğunu, arzulansa bile böyle bir talebin suyu tersine akıtmak gibi pratik açıdan imkânsız ve boş bir hayal olduğunu bilmeyen kalmamıştır. Nitekim bugün bu ülkede saltanata dönmeyi arzulayanların niceliğini tespite yönelik bir alan taraması yapılacak olursa, bu oranın milyonda birlik bir sayıya bile ulaşamayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek... Üstelik cumhuriyet fikri esas itibariyle İslâmî referanslıdır. Dolayısıyla İslam adına kabul edilemez olan cumhuriyet değil, aksine saltanatlıktır. Bu nedenle imtiyazlı sınıfın dillerine pelesenk ettikleri argümanların metinsel, dinsel ve tarihsel gerçeğe elverişli olmadığını; dolayısıyla daha makul delillendirmelere ihtiyaçları olduğunu hatırlatmak gerekir. Aksi takdirde iddialarını ispatlama konusunda bir çaresizlikle karşı karşıya kalacakları kaçınılmazdır.
Bu tartışmalarda dikkati çeken önemli bir husus ise, gerek CHP’nin gerekse aynı safta tartışmaya katılan üniversiteli kimi yönetici seçkinlerin bir alandaki yeteneklerinin olabildiğince gelişmiş olduğudur. Fazla meraklanmayın hemen söyleyeyim; başarılı oldukları bu alan ne yazık ki, bilimsel nitelikli olmaktan ziyade, gerilim, çatışma ve ayrışmayı körükleyici edebiyat üretmekle ilgilidir. Elbetteki bu tür önemli (!) konularda karşıt tarafların oluşması son derece tabii bir şeydir. Ancak ortada gerçekten tehlikeli ve ürkütücü bir durum vardır ki, o da imtiyazlı kesimin hiddet ve şiddeti ihtiva ve işaret eden edebiyatlarıdır. Bu söylem biçiminin CHP’den sadır olması çok da önemli değildir, zira artık bunun bir CHP klasiği olduğunu bilmeyenimiz kalmadı. Ancak aynı söylem türünün üniversiteleri yönetme makamında bulunanlardan duyulması kadar bahtsız, tehlikeli ve ürkütücü bir durum olamaz. Bu nedenledir ki, özgürlüklerin en dış çeperinde konum alması beklenen üniversitenin üniversal karakterini ve kimliğini tersyüz eden bu tür totaliter ve faşizan söylem ve yaklaşımları kabul etmek mümkün değildir.
Buradan bazı tarihi referansları hatırlatmaya bilmem gerek var mı?.. Gerilim, çatışma ve ayrışma yaratmaya kabiliyetli bu seçkinlerin bilmeleri gerekir ki; beyazlar için yapılmış çeşmelerden artık siyahlar da su içme haklarına sahiptirler ve bunu fiilen kullanmaktadırlar. Siyahlar da artık beyazlar gibi otobüslerin ön kapılarından binip ön ve orta sıralarda oturmaktadırlar. Dolayısıyla siyah çocuklarla beyaz çocukların aynı sıraları paylaştıkları günümüz dünyasında suları tersine akıtmaya imkân yoktur. İnsanların özgürlük alanlarını artan bir istekle genişletme eğilimlerinin durdurulamaz ve bastırılamaz bir ilerleme vetiresi olduğunu ve en önemlisi de özgürlükler için verilen mücadelelerin başarı şansının kaybetme ihtimalinden çok daha yüksek olduğunu da bilmelerinde fayda vardır.
Ayrıca belleklerine iyice yerleştirmek zorunda oldukları bir başka husus daha vardır ki, o da dillerinden düşürmedikleri pozitivizmin ve bilimciliğin bugün için geri bir evreye tekabül ettiğidir. Bir diğer ifade ile son kullanım tarihi bundan iki asır önce dolmuş bazı söylemleri ‘bilimsellik’ adına dillendirmeleri üniversitelerimiz için sadece üzüntü vericidir. Dolayısıyla frenk lordlarının müritliğini yapan bu şeyhlerin entelektüel donanımlarını güncellemeleri gerekmektedir.
Ülke insanımızın özgürlük alanının genişletilmesine yönelik her teşebbüsten rahatsız olan seçkinci kesimin kopardığı bu vaveylalar aslında bilinçaltlarında bir amentü gibi korudukları Darvinizmin yansımalarıdır. Bilindiği üzere Darvin’in doğal ayıklanma teorisi 19. yüzyıl toplumbilimcilerini etkiyerek Toplumsal Darvinizm adında yeni bir sosyolojinin icadına öncülük etmişti. Bu teoriye göre medenilerin barbarları uygarlaştırması tarihin ilerlemesi için şarttır. Ve bu uğurda her türlü araç ve yöntemin kullanılmasını mubah sayan bu anlayış sömürge savaşlarına da zemin hazırlamıştı. Darvinizmin insan sorunları alanına sokulmasının başlattığı ilk hareket ırkçılığın hortlaması olmuştur. Nitekim ırkçılığın kurucularından olan W. Schallmager ve Estabrooks gibilerine göre insan, uygarlaşmakla ve özellikle zayıfa yardım etmeye başlamakla can alıcı yanlışı yapmıştır. Bunlara göre uygarlık, yapay olarak zayıfları koruma yöntemleriyle soysuzluğa yol açmıştır. Toplum ve devlet felsefesinde biyolojik natüralizm akımı olarak bilinen düşünce sisteminin iki farklı biçiminden biri olan ve “güçlüler yönetmeli” deyimi ile formüle edilen bu anlayışa göre güçlünün zayıfa dilediğini yapması, bütün doğada geçerli bir yasadır. Öyle ise bu yasanın icrasını engelleyen her şey insanın ilerlemesini engellediği için yok edilmeyi hak etmektedir. Buna göre hak, hukuk, ahlâk, özgürlük, demokrasi değerler gericiliğe tekabül ettikleri için yok edilmelidir. Türkiye’de son günlerde başörtüsü üzerinde yürütülen mücadelenin arka planındaki tek gerçek, imtiyazlıların keyfi tasarruflarının ötekilerin temel hak ve hürriyetleri ile kayıt altına alınmasıdır.
Nitekim bu anlayışın gereğidir ki, Almanya’da masum insanlar evleriyle birlikte diri diri yakılmayı hak ederken, Türkiye’de de aynı masumiyette bazıları temel hak ve hürriyetlerinden mahrum bırakılmaktadır. Böyle bir tasavvurun üniversitelerimizin yönetiminde tecessüm etmesi ise son derece kaygı ve üzüntü vericidir. Oysa üniversitenin asıl görevi, yöneticilerinin imtiyazlarını korumak ve kollamak değil, insanlığın mutluluk çıtasını bir derece daha yükseltecek bilimsel ve düşünsel açılımlara daha fazla imza atmak olmalıdır. Unutmayalım ki, hak ve özgürlük taleplerini bastırmanın üniversitenin adeta başat vazifesi olduğu algısına yol açacak söylemler kadar üniversiteye zarar veren bir vahamet düşünülemez. Öyle ise, hiç kimsenin böyle bir algılama biçimini inşa etmeye hak ve yetkisi olamaz.
Prof. Dr. Orhan ATALAY