Her gün bir derece daha kesifleşen, kan ve barut kokusuyla yoğunlaşan kara bulutların, ya da yüzeye vurduğunda çok geç kalmış olacağımız derin dip dalgaların hareketliliğini görmezlikten gelemeyiz diyen Atalay, TBMM meclis kürsüsünde yaptığı açıklama şöyle oldu:
"İçinde yaşadığımız coğrafi bölüm ve tarihsel kesitte olup bitenler başta bu coğrafyada yaşayanlar olmak üzere herkesi derin endişelere sürüklemiş olmakla birlikte, ülkeyi her türlü tehlikeden koruyarak geliştirmek gibi ağır ve o oranda asil bir sorumluluk üstlenmek üzere milletin vekaletini almış bulunan bizleri ise azami bir duyarlılık anlamında daha da endişelendirmesi gerektiği kanaatindeyim.
Zira, bir taraftan Meclisin rutin işlerini icra ederken, diğer taraftan bizim de gök kubbemizi sarmaya yeltenmiş, her gün bir derece daha kesifleşen, kan ve barut kokusuyla yoğunlaşan kara bulutların, ya da yüzeye vurduğunda çok geç kalmış olacağımız derin dip dalgaların hareketliliğini görmezlikten gelemeyiz. Değerli Arkadaşlar
Bundan tam yüz yıl önce coğrafyamıza ekilen zehirli tefrik edici tohumlardan olma ağaçlardan bugün kahredici yemişlerin devşirildiği kahpe bir hasat mevsimi yaşıyoruz. Yüzyıldır ağıtları arşı ağlatan bu yaralı ve mazlum coğrafyanın çocukları, ne yazık ki bugün geçmişte hiç olmadığı kadar derin bir bunalım çağı yaşıyor. Yüzyıl önce başlatılan bu süreç bugün çok daha hain ve sinsi bir seviyede yürütülmekte, bu toprakların çocuklarından her biri yekdiğerinin katili veya maktulü olmaktadır. Bundan daha hazini her ikisi de birileri adına vekaleten tanımlanmaktadır.
Mazlum halkların ellerindeki ekmeği İncil ile değiştirmek gibi sırtlan kümesi misali bir geleneğin sahipleri, medeniyet, demokrasi, barış ve özgürlük adına söylediklerinin koca bir yalan olduğu, ‘bu coğrafyanın tüm eyaletleri ölü bir İngiliz’e değmezdi’ diyen aktörlerin test edilmiş binlerce suçu ve günahı ortada iken, bölge halklarının bir asırlık hasılattan çıkardıkları tecrübenin kahredici hafifliğini sorgulamak zorundayız. Asırların dağlar misali bilgi birikimini diri bir bilince dönüştürme sorumluluğumuzu bir kez daha gözden geçirmeliyiz.
Evet, dünya görece karşıt siyasi, ideolojik, ekonomik hatta dinsel sistemlere sahip oldukları söylense de her iki dünya savaşının galiplerinin tayin ve takdir ettiği bir cehennemin harı ve dumanı içinde çaresiz ve umutsuz çığlıklara bir kez daha sahne olmuştur. Bu çığlık bizim de kapımıza kadar ulaşmış iken, bizlerin de şuride bir siyasete, sen/ben davasına, ayrılık/gayrılık sevdasına gömülmüş,Büyük Oyun’un işini kolaylaştıran bir basiret ve feraset körlüğüne düşmek gibi bir lüksümüz elbette ki olamaz.
İnancım ve kanaatim odur ki, Akif’in ‘Eş hele o toprağı örten karı, ot değil onlar dedenin saçları’ diye tavsif ettiği ağır bir sorumluluğun bize yüklediği asgari ahlâki ve vicdani mecburiyet, bu vatanın her bir karışını alın terlerimizle ıslatmak iken, bunda her birimiz hemfikir iken, böylesi bir mecburiyetle bu vatanı cennete dönüştürmek gibi asli bir vazifemiz durur iken, hepimizi hem de cehennemi bir hayata sürükleyen hadiseler karşısında gösterdiğimiz tepkinin veya geliştirdiğimiz tavrın netliğini ve niteliğini gözden geçirmek zorundayız.
Etrafımızda cereyan eden hadiselere basit düzeyde de olsa bir göz attığımızda, bir ülkeyi cehenneme dönüştürmek ne kadar kolay ise, orayı bir gülistana dönüştürmek de kolaymış. Dürüstçe uygulanması halinde hiçbir yasaya hatta dine dahi ihtiyaç bırakmayacak ‘kendin için istediğini hemcinsin için de istemelisin’ ilkesi sekiz cennetin kapısını da açan bir anahtardır. Bu tarihsel vasatta böyle bir anahtar icat etmek bu meclisin bu aziz millete karşı namus borcudur. Borcumuzu ifaya mecburuz.
Öyle ise gelin bin küsur yıllık müşterek bir tarih ve coğrafya bilinciyle her türlü beşeri farklılıklarımıza rağmen insan üst kimliğiyle herkesi bir tarağın dişleri gibi eşitleyecek, her birimizin adalet, özgürlük ve eşitlik duygularını azami derecede tatmin edecek yeni bir anayasanın imkanlarını zorlayalım. Eminim ki, büyük imkanları ıskalayan toplumların ödeyecekleri bedeller o oranda ağır olacaktır.
Aksi takdirde milletin vekaletini üstlenmiş olmayı onurlu bir sorumluluktan ziyade bayağı bir imtiyaz olarak kullanma bahtsızlığından kurtulmuş olamayacağız. Yoksa meclis mesailerinden çocuklarımıza bırakacağımız miras, kırıcı, yaralayıcı, ötekileştirici, tahkir ve tahrik edici sığ, kör ve kısır döngüler içinde tükettiğimiz yarınlar olacaktır. Yarın için yeni sözler söylemeliyiz. Zira dünkü sözün kudreti bizi emin yarınlara ulaştıramayacaktır. Kabul edelim ki, ya yeni bir hal ya da izmihlal diye özetlenen tarihsel ve toplumsal yasadan biz de kurtulmuş olamayacağız.