Atalay önergenin imza sahibi olarak TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada şunları kaydetti:
“Gelişmiş ülkeler başta olmak üzere tüm dünyada gözlemlendiği üzere kendi toplumsal bünyemizde de dikkat çekici bir artış eğilimine girmiş bulunan ‘boşanma vak’aları’nı incelemek amacıyla Anayasa’nın 98’inci ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü’nün 104 ve 105’inci maddeleri uyarınca Meclis Araştırması açılması önergesi üzerine söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygı ile selamlıyorum.
Amacımız belki de önemine dikkat çekmek niyetiyle ‘cemiyet hayatımızın temel yapı taşı veya çekirdeği olarak’ nitelediğimiz ‘Aile Kurumu’na zarar verecek saikleri tespit etmek, onlarla sahici şekilde yüzleşmek, sağlıklı çözümler üretmek ve bilhassa maddi-manevi tüm kazanımlarımızı kendilerine emanet olarak bırakacağımız çocuklarımızın daha sağlıklı yetişmelerine uygun iklimlerin vücuda getirilmesine katkıda bulunmaktır.
Takdir edersiniz ki, fizik ve ötesi haliyle durmak bilmeyen o güçlü devinimleriyle bu hayatın en temel gerçeği hareket, değişim ve yenileşmedir. İnançlar, kültürler, medeniyetler, teknikler, yönetim biçimleri hatta ideolojik, biyolojik ve sosyolojik yapılar dahi bu köklü yasaya bağlı bir seyir izlerler.
Aile’nin ilk ortaya çıkışına ilişkin farklı inançlar, bilgiler ve tezler olsa da, hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçeklik vardır ki, o da ‘özellikle de çağımızda’ aile’nin toplumsal varlığın temel yapı taşı olarak gördüğü ilgi ve kabuldür.
Toplum binamızın yapı taşını oluşturan aile’nin temelinin esasında aşkın bir arka plana da sahip olan ‘evlilik’ ile atıldığını biliyoruz. Bu nedenledir ki, insanlık tarihinin başından günümüze kadar hemen hemen tüm kültürlerde evlilik kurumu saygın ve kutsal bir öz taşır. Evlilik merasimlerinin çoğu toplumlarda şehirlerin En Büyük Mabedi’nde Tanrı’nın huzurunda bir sözleşme ile akdedilmesi de bu yüzden olsa gerek.
Ne var ki, özellikle de ‘Gelişmişler’ kategorisinde yer alan ülkelerde ‘aile kurumu’nun tam anlamıyla büyük bir krizle karşı karşıya bulunduğu artık sır değildir. Bu ülkelerde boşanma oranlarının yüzde 50’lerin üzerinde seyrettiğini, tek ebeveynli aile veya gayrı resmi birliktelikler, evsiz ve ailesiz çocuklar gibi problemlerin de birincil nedeni olan bu durum ciddi bir sosyal problem olarak devletlerin öncelik listesinde yerini almış bulunmaktadır.
Bizdeki duruma gelince bahsi geçen ülkeler kadar olmamakla birlikte rakamların bizim de kapımıza yaklaşan büyük bir tehlikeden haber verdiği kanaatindeyim. Mesela 2000 yılında 34.862 olan boşanma sayısı sadece bir yıl sonra, yani 2001 yılında takriben üç kat birden artmış ve 91.994 olmuştur. Bu sayı 2014 yılında ise ne yazık ki 131 bine kadar çıkmıştır.
Devletlere ciddi maliyetlerinin yanı sıra, telafisi imkansız nice travma ve trajedilere gebe bu problem belki de yarınlara ilişkin ciddi tedbirler almamız gerektiği konusunda geç kaldığımızı da söylüyor. BM’lerin 1994 yılını ‘Aile Yılı’ olarak ilan etmesi de belki o yüzdendir.
Şehirleşme süreciyle birlikte eğitim düzeyinin artmasına bağlı olarak kadının iş ve sosyal hayata daha fazla özne olarak katılıp ekonomik bağımsızlığına kavuşmasından, ileri iletişim teknolojisine kadar bir dizi nedensel açıklama yapmak elbette ki mümkündür. Ama devletin de bu değişim ve dönüşüm sürecini kontrol altına almak, onu doğru yönetmek, gerekli tedbirleri almak gibi bir ödevi olduğu unutulmamalıdır.
2002’den bu güne Ak Parti iktidarları dönemleri boyunca bu tehlikenin farkında olarak devrimsel boyutlarda attığımız adımlara rağmen, bu konuda da kat edilmesi gereken uzun bir mesafenin olduğuna inanıyoruz.
Zira 1990 yılında kurulan Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’na kadar ‘Aile Kurumu’ yönetim politikaları arasında hatıra gelmeyen, gitmediğimiz ve görmediğimiz çok uzaklardaki köy gibiydi.Bu kurumun bugün ‘Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ adıyla müstakil bir bakanlığa kavuşturulmuş olması bile tek başına konunun hangi ciddiyetle ele alındığını gösterir. İlgili Bakanlığın faaliyet sahalarına baktığımızda ise, Devlet’in ‘Sosyal Karakteriyle’ ilk kez buluştuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Aile denince dikkatlerin hemen Kadın’a yönelmesi, Kadın’ın Aile Kurumu’nun alternatifi olmayan kurucu ve koruyucu rolünden dolayı olsa gerek. Yaratıcı’nın, hayat dediğimiz hakikati kendi varlığına bağladığı Kadın’a ilişkin sağlıklı bir bakışı hatta inancı yaygın ve etkin kılmadığımız sürece dünden beridir bu kürsüde dile getirilen derdin dermanını bulma imkanımız da olmayacağı kanaatindeyim.
Ne yazık ki, Dinlere ve Devrimlere rağmen baştan beri bu konuda arzu edilen düzey yakalanamadı. Mesela Kutsal Kitaplarda Musa Peygamber’in babasından tek bir yerde dahi söz etmez iken anasına defalarca atıflarda bulunur. Buna rağmen Musa Peygamber’in getirdiği dinin mensupları her sabah ‘Bizi kadın olarak yaratmamış bulunan Tanrı’ya hamd olsun’ diyerek hayata başlarlar. Kadın’ı Mabed’e dahi kabul etmeyen tarihsel ve toplumsal bir iklimde Kadın Kimliği’nin saygınlığını yeniden inşa etmek amacıyla olsa gerek İsa Peygamber babasız yaratıldı ki, kıyamete kadar Meryem Oğlu İsa adıyla anılsın diye.
Ama O’nun getirdiği dinin ‘Din Adamları’ bir süre sonra Kadın’ı Büyük Günah’ın faili diye suçlayıp ilahiyatını ve hukukunu bu bakışa bina ettiler. ‘Bana dünyada üç şey sevdirildi: Namaz, Kadın ve Güzel Koku’ diyen, eşine tokat atana: ‘Gündüz eşeğini dövdüğün gibi eşini döveceksin gece de utanmadan aynı yatağı paylaşacaksın. Bilesiniz ki en hayırlınız eşine karşı en hayırlı olanınızdır’ uyarısında bulunan; ‘Ben, güneşte kurutulmuş et yiyen Kadın’ın oğluyum’ sözünü bir iftihar olarak söyleyen; ‘Mescid’e devman eden gözleri güzel bir kadını şikayet edip, ‘Çoğu insan ona bakmaktan kendisini alamıyor, onu mescitten men etseniz olmaz mı?’ teklifinde bulunan kişiye: ‘Allah’ın kullarını Allah’ın mescitlerinden men edenden daha zalim kim olabilir?’ ayetini hatırlatan; ‘Beşikten mezara kadar ilim tahsil etmek erkek ve kadın herkese farzdır’ diyerek kadına hem mabedin hem de mektebin kapıların açan bir Peygamberin öğretilerinden ümmeti kadını mektepten ve mabetten mahrum bırakan pratikler üretti.
Dinlerin tahakkümündeki ortaçağı kapatıp ‘evren, insan, tarih, gelenek, kültür, din ve toplum gibi en temel alanlarda yerleşik tasavvur biçimlerini kökten sorgulayıp varoluşu salt maddeye indirgeyerek hayatı kutsalı olmayan çekilmez bir sığlığa indirgeyen modern devrimlere gelince, onların kadın için bir cennet vaatleri dahi olmadı.
Dün Sanayi Devrimi’ni izleyen süreçte gün boyu alın terinin karşılığı olarak karnını dahi doyuramayan, çoğu zaman yemlerine saldırmak için domuzlarla boğuşmuş kadını ucuz iş gücü olarak telakki etmiş vahşi kapitalizmden bugün kadının cinsel kimliğini paraya tahvil eden modern kapitalizme ne değişmiş olabilir ki?
Ya da Fransız Devrimi’nden sadece 4 yıl sonra, 1793 yılında ‘İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirisi’ başlığında geçen ‘İnsan’ kavramı ‘Kadını da içeriyor mu? Sorusunu soran De Gouges ve arkadaşlarına Devrim Yasası’nın Giyotinler’den başka bir cevabı mı oldu?.
Ve insanlık olarak bugün önümüzdeki sofraya konulan acı yemişlerin kaderin dün bizzat kendi ellerimizle ektiğimiz tohumların ağaçlarından bize takdim ettikleri değil midir? Tarih boyunca iktidar ve tahakküm hırsıyla dünyayı ebedi bir cehenneme çeviren savaşların geriye bıraktığı tüm yıkımların altında kalan şey, erkeklerin ‘güçlü cesetleri’ değil, kadınların ömür boyu iniltilerle kanayan o ‘zayıf ruhları’ değil midir?
Kadının tarihini, tıpkı gazetelerin üçüncü sayfasını dolduran haberler gibi, trajedilerle dolduran bu bakışın sakatlığını sorgulamak her akıl ve vicdan ehlinin asgari ahlaki mecburiyeti değil midir? İnsan ve hayata dair gerçeklik bu ise şayet, yapmamız gereken şey de onu dönüştürmeye irade koyup hayatın her alanına nüfuz edecek soylu çabalara soyunmak olmalıdır. Öyle ise gelin ilahiyat, tarih, edebiyat, sanat ve siyaset başta olmak üzere her şeyi on binlerce yıllık yaşanmışların süzgecinden damıtıp evet kadını da hem de merkezinde içeren insanca bir hayatı yeniden inşa etmeye koyulalım. Bu inşada iyiliğin dörtte birini babaya, üçünü de anaya verelim, çünkü hayat denilen ağır yükün dörtte üçü onların sırtında taşınmaktadır.”