Son yıllarda medya, sosyal medya ve dijital çağın etkisiyle hayatımıza girmeyen, hayatımıza dokunmayan bir alan neredeyse kalmadı. Eskiden sokaklarda gördüğümüz insanlar, kendi dünyalarında yaşarken; bugün sosyal medyanın karmaşasında birer 'göz' haline geldiler. Kimi zaman bir olayın tanığı olduklarında ilk işimiz, çevremizdekilerin güvenliği ya da yardım almak yerine, telefonumuzu çıkarıp fotoğraf çekmek oluyor. Ama bir soru var: Bu gerçekten bize bir şey kazandırıyor mu, yoksa kaybettiklerimizin farkında mıyız?
Gazeteciliğin ilk yıllarında mesleğe yeni başlayan bir muhabire sıkça sorulan bir soru vardı, okulda da bizlere sıkça söylerlerdi; “Kaza yapan birini gördüğünde önce fotoğrafını mı çekersin, ambulansı mı ararsın?” Cevap genellikle tahmin edilebilirdi: “Önce fotoğrafını çekerim.” O dönemde bu, medya dünyasında sadece gazetecilere ait bir davranıştı. Ancak şimdi durum çok farklı. Artık sadece gazeteciler değil, vatandaşlar da ilk olarak telefonlarını çıkarıp olayı kaydediyor, ardından ise “bir yardım çağırılmadı mı?” diye düşündüğümüz bir noktaya geliyoruz. Fotoğraf çekmek, video kaydetmek, anı paylaşmak, sanki bir tür toplumsal sorumluluk gibi algılanıyor.
Bu noktada, insanlık adına oldukça düşündürücü bir soruyla karşılaşıyoruz. Bu kadar hızlı bir şekilde "anlık paylaşım" kültürüne dönüştüğümüz bir dünyada, biz neyi kaybettik? Hızla dijitalleşen bir toplumda, insani değerler ne durumda? Hızla yayılan bir video ya da fotoğrafın ardından gerçekten bir yaraya merhem mi sürüyoruz yoksa sadece acıyı daha geniş bir kitleye yaymanın aracısı mı oluyoruz?
Bir zamanlar toplumsal sorumluluk, insanlık için duyduğumuz sorumluluk büyük bir anlam taşıyordu. Birine yardım etmek, duygusal ve manevi olarak ona dokunmak, gerçek bir yardımda bulunmak bizim için önem taşıyordu. Ama artık sanki yardım etmek, fotoğraf çekerken bir "anlık tebrik" havasına bürünüyor. Birinin acısının görüntülerini paylaştığınızda, "Sosyal medyada önemli bir şeyler yapıyorum" gibi bir his uyanıyor. Oysa gerçek yardım, bazen sadece bir telefon çağrısında ya da gerçekten bir insanın yanında olabilmekte gizli.
Dijitalleşme ile birlikte hızla ilerleyen toplumumuzda, duyguların yavaşça köreldiğini, empati kurmanın zorlaştığını gözlemlemek mümkün. Birinin acısını, sıkıntısını paylaşmak, bunun üzerinden "paylaşım yapmak" kolaylaşırken, gerçek bir yardımın doğası unutuluyor gibi görünüyor. İnsanlar, anlık bir hikaye paylaşmanın, hızla yayılan bir fotoğrafın peşinden sürüklenirken, birinin hayatını kurtarmak için aranan ambulansın o saniyelik gecikmesinin farkında bile olmuyorlar.
Burada "duasızlık" kelimesi, yalnızca dini bir anlam taşımıyor. Aynı zamanda, bir toplum olarak moral değerlerimizi ve insani sorumluluklarımızı da kaybetmeye başladığımızı anlatıyor. Gerçekten yardım etmek mi istiyoruz, yoksa yalnızca görüntüleri paylaşarak, yaşadığımız anı başkalarına göstermeyi mi tercih ediyoruz?
Günümüzde, duygusal ve insani tepkilerin yerini dijital tepkiler almış gibi görünüyor. Birinin başına gelen bir felaketi izlemek, fotoğrafını çekmek, anlık olarak sosyal medya üzerinden paylaşmak, artık bir tür "toplumsal sorumluluk" gibi algılanıyor. Halbuki gerçek yardım, bazen en basit şeylerde gizlidir. Mesela acil bir çağrı yapmak, insanın elini tutmak, yardım etmek... Ama ne yazık ki biz önce fotoğrafı çekiyoruz ardından "ambulansı arayın" demeyi unutuyoruz.
Bununla birlikte sadece gazetecilerin değil, her birimizin dijital dünyanın parçası haline geldiği bu dönemde belki de yeniden empatiye, insani değerlere ve toplumsal sorumluluğa dair bir adım atmamız gerekiyor. Sadece paylaştığımız görüntülerle değil, gerçekten hayatımıza dokunarak, başkalarının hayatlarına dokunmalıyız. Aksi takdirde, tüm bu hızlı tüketim çağında, sadece görüntülerle, ama duygusuz bir şekilde bir toplum haline gelebiliriz.
Duasız bir toplum mu olduk, yoksa duygularımızı dijitale mi hapsettik? Bunu hep birlikte düşünmeliyiz.