Belki de onlarca yıl sonra ilk kez o gün yapılacak görüşmeler, yazılacak yazılar, dağıtılacak çağrılar, oradan oraya yetişme çalışmaları, tutulmayan sözlerin, eksik kalmış işlerin moral bozukluğu olmadan köyün ortasına çıktım, köylülerimle doya doya konuşma olanağı buldum.
Köyün ortasından geçen yolun hemen kenarında evi bulunan çocukluk arkadaşım Habil’in yaptığı çağrıyı da geri çeviremezdim. Köyün iki yanı söğütlerle kaplı çayına ve aşağı çayırlara epeyce bir yüksekten bakan, kışın Darıca’da oturup yazları köye gelen işçi emeklisi arkadaşım tarafından çeşitli türde ağaçlarla yeşertilmiş ve doğal bir balkon durumuna getirilmiş evinin önünde oturdum. Yanımda akrabalar, yeğenler de vardı.
Asıl adı Abdurrahman olan ama bizim Habil bildiğimiz ve öyle seslendiğimiz arkadaşımla yaylada, nenem Seyhat’ın yanında geçirdiğim çocukluk yıllarımda birlikte bir bakkal dükkânı yapmaya karar vermiştik. Sekiz dokuz yaşlarında olmalıydık… Yaylanın çimli çiçekli bir yamacının kara toprağını ellerimizle, ilkel olanaklarla eşiyip üzerini ağaç ve sal taşlarla (Batı’da kayrak dedikleri) örtmüş, iki çocuğun eğilerek girebilecekleri, yan yana oturabilecekleri, üç tarafında rafların bulunduğu bir oyun dükkânı durumuna getirmiştik.
Sermaye olarak benim nenemden, Habil’in anasından aldığı, sonrasında çevrede tanıdığımız kadınlardan topladığımız unu kullanmıştık. Topladığımız unlarla yaylanın ortasındaki gerçek bakkaldan (ki o bakkal da bizimkinin biraz büyüğü olmakla birlikte tüm sermayesi yarımşar çuval kara hurma, kabuklu fıstık, kuru incir, kesme şeker, birkaç paket kibrit, bir iki paket bisküvi, bir iki kilo lokum, üç beş paket tütün ve köylü sigarası, üç beş paket çay, köylü kadınların yama ve dikiş için kullandıkları kara ve beyaz iplik, birkaç kandil şişesi, birkaç kalıp sabundan oluşurdu) aldığımız malzemeyi kullanmıştık.
O yıllarda köyde hemen hiç para kullanılmaz, tüm alışverişler trampa ile yapılırdı. Un, peynir, tahıl, yumurta verilip gereksinimler giderilmeye çalışılırdı. Yazları da Karadeniz tarafından, Şavşat ve Ardanuç’tan öküz arabalarıyla kiraz, banda (yaban armudu) getiren yöre köylüleriyle tahıl veya peynir verip karşılığında dolidoliye (terazinin bir gözüne kiraz, bir gözüne peynir konup yapılan alışveriş) ya da ikili (bir kefe bandaya iki kefe tahıl) olarak alver yapardık.
Bizim yayla dükkânımızdaki sermaye ve özellikle yiyecekler kaşla göz arasında tükenir, bize yeniden un vererek bir şeyler almak isteyen kadınlara satacak bir şey bulamazdık. Habil ile birkaç kez yeniden un toplamaya çıkmıştık. Annem babam yıllarca köyde öğretmenlik yapmış oldukları için kadınlarımız beni eli boş geri çevirmezlerdi… En azından bir iki avuç un koyarlardı torbamıza.
O oyun bakkalı bir süre sonra tamamen iflas etti ve onlarca yıldır aramızda birbirimize bir sataşma öğesi olarak kaldı. Habil ile her karşılaşmamızda ben onu, o da beni dükkândaki sermayeyi yemekle suçlar, gülüşür, çevremizde sohbete katılanları da bu ilginç havaya katardık.
Bu yıl, Habil evinin önünde, eşinin, çocuklarının ve torunlarının yanında elli beş yıl gizlenmiş bir gerçeği açıkladı, önemli bir itirafta bulundu. Meğer bizim dükkândaki hurma, incir, fıstık gibi yiyecekleri Habil komşumuz Esko amcanın kızına yedirirmiş… Alacağın olsun Habil… Sonunda bu gerçeği öğrendim, bundan sonraki yıllarda sohbetimiz içerik değiştirmiş olacak…
Ah Habil ah! Dünya durdukça durasın seni…
26 Haziran 2017, Alper Akçam 0 532 7650723
ARDAHAN
27 Haziran 2017 - 17:25
( Ardahan Günlükleri…3 )
Üç gündür ata dede toprağında, köyüm Ölçek’teyim. Bayrama denk geldi; kültür sanat günleri hazırlıklarının her yıl yeniden yaşamak zorunda kaldığım çok yüksek geriliminden, sıkıntısından, sinirli koşturmacasından uzak kalmış oldum.
ARDAHAN
27 Haziran 2017 - 17:25
İlginizi Çekebilir
Size ve habil enişteme sevgi ve saygılarımı sunuyorum alper abi sizler bizlerin geleceğe ışık tutacak değerlerimizsiniz.